Misak-ı millî havucuyla oyalanıp terör örgütü liderinin teklifinin “Sevr projesi”ne benzeme ihtimalinin derecesi demokratikleşme paketi çerçevesinde tarih otoriteleri tarafından tartışılır iken; 17 Aralık 2014 “istikrar içinde istikrarsızlık” ile karşı karşıya kalmamızın temel nedeni olan yolsuzluk ve rüşvet iddiaları, giderek kaotik bir sürece dönüştü. Rant ve iktidar kollayıcılığı, akraba kayırıcılığı, yolsuzluk ve rüşvet gibi kavramlar, aslında siyaset bilimi, hukuk doktrini ve iktisat disipliniyle ilişkilendirilmesi gereken temel bir hastalık; toplumların ruhunu kemiren, hatta pragmatik insan tipini insan olarak kendinden koparan ve kavramların içini boşaltan bir virus! Malum olan şu ki, Türkiye’de mahalli seçimlerde değerlerden kopuk bir şekilde kullanılan savaş dili, “yönetemeyen demokrasi” meselesi midir? Yoksa maniple edilmiş demokrasi kavramı ile halkın algısına zarar verme, millî kültürü dönüştürme, bölücülüğe açık ve/veya üstü örülü bir şekilde meşrutiyet kazandırma çabası mıdır?
a. Demokrasininin Tarifi Meselesi
Burns’a göre demokrasi kadar gevşek, demokrasi kadar çeşitli tanımları yapılan pek az sözcük var. Salt “siyaset sevicilere” göre demokrasi herkese her şeyi verebilir. Siyaset sisteminin merkezine yerleşen demokrasi ideal insanı temsil eden yönetim metodu, “yapısı, amaç ve işleyiş cihetiyle geniş bir yelpazeye yerleşir” ve neredeyse siyasi rejimlerin hepsinin tasvirinde kullanılır. Schumpeter’in serahatle vurguladığı gibi “demokrasi siyasi bir metod, yani siyasi (idari ve teşrii) karar alma müessesesidir”. Bu yönüyle demokrasi kendi çinde bir gaye değil, belirli tarihi şartlar altında sebep olduğu kararların aracı olmakla birlikte, sonuçlarının tahribatından bağımsızdır. Genel bir tarife atıf yaparsak “iyi hükümet”, ve “iyi siyasi sistem” kavramlarını başlangıç noktası kabul edecek olsak, amaç-bağlamlı işleyişi ile araç-bağlamlı işleyişi öylesine çelişkili sonuçlar doğurabilir ki, muhteva kaybolur; ilgili toplumun medeniyet projesine zarar verebilir. Bu ifadelerimiz özellikle girişte belirtilen Sayın Öz’ün kaygısını daha da anlamlı kılmaktadır. Demek ki, demokrasi sadece siyasi bir sistemdir. Bir hayat tarzı, ya da sosyal ve ekonomik nitelikli bir düzen değildir. Kendi kültür dairemizin büyük fikir adamı Nuretin Topçu’nun tanımı ve yaklaşımıyla tarif meselesini noktalayalım: “Hiçbir rejim kendiliğinden, mutlak surette ne iyidir ne de fenadır. Esas olan, onu kullanacak insanın ruh ve ahlâk yapısıdır. Sade bir âlet, bir cihaz olarak, insan hak ve hürriyetşerinin korunmasında demokrasi en elverişli bir hukukî müessesedir. (…) Ancak demokrasi, kendisinden beklenen gayeye ulaştırabilmek için, onu kullanan insanlardan kemâl ve fazilet ister. (…) Millet çocuklarına verilecek olan, ilim zihniyeti ve ödev ahlâkıdır. Doğunun, ilim zihniyetini benimsememiş ve ödev iradesi ise asırların uyuşukluğu içinde çürümüş memeleketlerinde, demokrasinin manzarası acıklıdır.” Bu makalenin temel amacı yukarıda sınırları belirtilen “olgu” dan hareketle demokrasi pratiğini değerlendirmektir. Burada demokrasi ve Liberalizm meselesi “Ekonomi-Politik Popülizm” adlı kendi kitabımın bir bölümünde yeralan literature atıf yapılarak ele alınmıştır.
Dünya misallerinden hareketle, demokrasi pratiğini değerlendiren iyaset bilimci Burns’a göre demokrasi tarihi süreç içerisinde başlıca iki anlam kazanmıştır: Birincisi, dar anlamıyla demokrasi, “çoğunluk yönetimi ilkesine dayanan bir yönetim sistemi”dir. Buna göre “çoğunluğun iradesi,. …siyasal alanda neyin doğru olduğuna karar veren bir yargıç”tır. Bu, Rousseau tarafından geliştirilen demokrasi anlayışına tekabül etmektedir. İkincisi ise, John Locke’un öğretileriyle belirli bir şekle sokulmuş olup bir sosyal teori olarak liberalizmle paralellik arzetmektedir Burada, “tüm erkin bir elde toplanması tehlikelidir ve bu nedenle tek doğru yönetim, sınırlı yetkiye sahip olan yönetimdir” prensibine dayanmaktadır. Buna göre “bir otokratın. .. ya da bir aristokratın mutlak erkine ne kadar güvenilirse, çoğunluğun mutlak erkine de o kadar güvenilmelidir. Tüm yönetimler, farklı sosyal ve kültürel kesimleri içine alan hem bireylerin hem de devletin bütünlüğünün korunması için, frenleme ve sınırlama yöntemleriyle denetim altına alınmalıdır. Bu sınırlamaların bir bölümü erkin kötüye kullanılmasını, bir bölümü de ayrılıkçılığı önlemek için başvurulacak mekanik yöntemler biçimindedir. Bana göre vatandaşlık hakları ve kişisel haklar “kanun devleti” altında verilecek güvencelerden oluşur. John Locke da bu hakları doğal hukukun temel öğeleri olarak değerlendirir. Tüm bu anlayışlarda demokrasi düzenden çok hürriyetlerin kullanımı ve özgürlük alanlarıyla ilgilidir. Burada bireyin dokunulmazlığı ile toplumun çıkarı ve devletin birliği arasında daima bir denge kurulmaya çalışılmalıdır.
F. A. Hayek, Burns’tan daha farklı olarak, yukardaki ayrımdan ilkine demokrasi (ya da demokratizm) ikincisine ise liberalizm demektedir. Ona göre Voltaire, Rousseau, Condorcet ve Fransız İhtilali’nin temsil ettiği, 19. asır İngiliz düşünürlerini (Bentham gibi) ve İngiliz Liberal Partisi’ni de etkileyen düşünce geleneği olan demokratizm, çoğunluğun gücünün sınırsızlığı prensibinden hareket etmiş; ve hükümet gücünün kimin elinde olacağıyla ilgilenmiştir. Buna mukabil, Hayek’e göre liberal düşünce geleneğinin temel prensibi, kanun altında bireysel özgürlüktür. Bu temel prensip üzerinde yükselen liberalizm bireysel temel hak ve özgürlüklerin doğal ya da pozitif nitelikli hukuk kurallarıyla koruma altına alınmasını ve yönetim sisteminin (demokrasi, aristokrasi, monarşi v.s.) türü ne olursa olsun, kanunlarla, hukuk kurallarıyla sınırlandırılmasını esas almaktadır.
Hayek’e göre, temsili demokrasilerin temelinde yer alan ve yasama ve yürütme güçlerini, tek bir mecliste birleştiren güçler ayrılığı prensibinin kanun yapımını temsilciler meclisinin inhisarına vermesi ve esasi bir kriterle köklerinden bağımsız olarak ele alması neticesinde yasama organından geçen herşeye kanun denmiştir. Bu oluşum, demokratik hükümetin sınırsız hükümet olarak yorumlanmasının ve kanunların hepsini yasama organının beyan edilmiş iradesi olarak gören hukuki pozitivizmin bir neticesidir.
Dolayısıyla demokrasi teorisyenleri bir asırdan uzun bir süre çoğunluğun her arzusunun adil olduğunu öğretmişlerdir. ..Hukuki pozitivizm de bu görüşe, kanunun adalet kavramına bağlı olmadığını fakat adil olanı belirlediğini söyleyerek katkıda bulunmuştur. Demokratik teorinin günümüzde de süren bu yanlış kavramlaştırması, temelde, Rousseau’nun, Genel Fikir (yargı) (popular opinion) kavramı yerine, Genel İrade (popular will) kavramını ikame etmesinden kaynaklanmıştır; sonuçta, temsilciler meclisinden çıkan her karar herkesi bağlayıcı kanunlar olarak düşünülmüştür. Temsili hükümetin ilk teorisyenlerinin kanunu bu derece dar tanımlamaları, neticede Kanun Hakimiyeti ve “kanun altında hükümet” kavramlarını tahrip etmiştir. Güçler ayrılığı prensibinin yasama ve yürütme güçlerini tek bir mecliste toplaması uygulamada hem yasama hem de yürütme faaliyetlerini çoğunluğun temsilcilerinin eline vermiş, Hukuki pozitivizmle birlikte bu durum yasama fonksiyonunun yürütme organının kontrolüne girmesine yol açmıştır.
Batıdaki demokrasiler de bireysel özgürlük (ki bir yanda bireylerin üstün (kamusal) bir otoritenin dış müdahalesinden bağımsız olması anlamında negatif bir boyutu, diğer yanda bireyin kendi kişisel yaratma yeteneğine sahip olması anlamında pozitif bir boyutu vardır). Bireysel (siyasi katılım ve haklardan istifade etmek, genel ve eşit oy hakkı anlamında) eşitlik ve siyasal otoritenin anayasal çerçeve ile sınırlandırılması prensiplerine dayanmaktadır. Bütün bunlara parti içi demokrasiyi de dahil etmek gerekir. Ancak yukarıda izah ettiğimiz genel irade nosyonu ve kanun anlayışı, çoğunluğun gücünün sınırsız olduğu telakkisi ve güçler ayrılığı prensibinin yasama fonksiyonunu icra organının kontrolüne sokması gibi olgular realitede yukardaki temel prensiplerin uygulanabilmesini engellemektedir. Bu olgular, günümüzde çoğunluğun hakimiyeti fikrinin giderek parlamentonun, hatta daha da ötesi parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduran siyasal partinin ve parti tüzüklerine bağlı olarak parti genel başkanının mutlak hakimiyetine dönüşmesine de neden olduğu için demokrasilerde çoğunluğun mutlak iradesini sınırlandırmanın önemi ortaya çıkmıştır.
Özellikle ülkemizde bu kaygılardan hareketle TBMM’de yasa yapma, hatta Anayasa’yı değiştirme iddiası ve “Anayasa Komisyonu” çalışmalarının sonucu gözden iyi geçirilirse; bana göre “kanun devletini” güçlendirecek Anayasa değişikliği önem kazanmakta ve “Senato Kurumu”nun yeniden ihdas edilmesini gerekli kılmaktadır. Nitekim, temsili demokrasiler yukarıda belirttiğimiz nedenlerle bireyin özgürlüğünün yanı sıra devlet’ in hukuki bütünlüğünü koruma felsefesine de zarar verebilmektedir: Tam da bu noktada Türkiye’nin demokrasiyi içselleştirmede “geç kalanların dezavantajına” maruz kaldığı söylenebilir. Burada Türkiye Cumhuriyeti özeline dönersek, Türk milleti İslâm medeniyeti projesine en ön plânda katkı sağlayan belirleyici bir “merkez” olma konumuna yükselmiş; ardından kendi örfî huku ile islâm şeraitini bütünleştirerek çoğulcu-hukuk sistemi üzerinden yaklaşık 600 yıl “özgün” bir imparatorluk kültürü yaratmıştır. Ancak, İbn Haldun metodolojisinde öngürüldüğü gibi dış ve iç etmenlerle Osmanlı İmparatoluğu çözülüp, milli kimliği üzerinden doğan ve yeni bir devlet olan Türkiye, Batı ülkeleri benzeri “ulus devletler” ailesine katılmış olmasına ragmen neden bütünlüğünü koruyamama ya da yeniden çözülme tehlikesiyle karşı karşıyadır? Tarihin bilinen en eski topluluklarından biri olan Türklerin milletleşme sürecini kesintiye uğratan kırılmaların nedensellik boyutunun kültür ve medeniyet tarihçileri tarafından açıklığa kavuşturulması beklenmektedir. Türk toplumu nezdinde beklentilerin anlamlı bir düzeye ulaşması ve çözümlenebilmesi ise meselenin tarih şuuruyla benimsenip toplumun tüm katman ve meslek gruplarının evrensel değerlere katkı yapabilecek üretkenliğe erişmesiyle mümkün olacaktır.
Çoğunluğun mutlak iradesinin sınırlandırılıp sınırlandırılmaması meselesine geri dönüldüğünde yasama organının, klasik anlamda kanunları en uygun yapmayı mümkün kılacak şekilden farklı olarak, etkili hükümeti mümkün kılmak için gerekli şekilde teşkilatlanmaya yol açması önemli sonuçlar doğurmaktadır.. Hayek, yürütme organının aşırı, hatta kanunların üzerinde tasarrufta bulunacak, icraatına uygun olarak kanunlarla oynayabilecek kadar, güç kazanılmasını doğuran bu durumu “hukuksuz hükümet” olarak tanımlamaktadır .
Burada önemle “Hukuk için Devlet, Devlet için de Hukuk” ilkesine vurgu yaparak konuyu daha da netleştirmekte yarar vardır.
Yukarıda belirttiğim gibi demokrasi, siyasal sistemin sınırlarını çizmekte, liberalizm ise muhtevasını tayin etmektedir. Hayek liberalizmin ve demokrasinin mefhum-u muhaliflerini sırasıyla totaliterizm ve otoriterizm olarak belirmek suretiyle bu hususu daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu yönüyle liberal düşünürler, “egemenliğin halkta olduğu ve kanunların halkın temsilcisi parlamento tarafından yapıldığı bir rejimin dahi despotik olabileceğini kabul eder. Muhtevası tayin edilmemiş bir demokratik sisteme ve sınırlandırılmamış bir çoğunluk idaresine karşı duyulan korku, tarih de A. Hitler’i hatırlatırken, bizde de giderek çoğunluğun, nihayetinde popüler bir diktatöre, halk tarafından idareyi halk için idareye çevirecek bir kesime ya da kişiye, az ya da çok hür bir seçimle kudret ve iktidarı teslim edebileceği düşüncesine dayanmaktadır.
Prf. J. L. Talmon da, kendisinin “totaliter demokrasi” dediği; çoğunluk adına hareket eden ve fakat muhalefete müsaade etmeyen ve kitlelerin popüler tasvibini “yöneten” fanatik bir güç sisteminden söz etmektedir.
Bu durum “size, hepimize Alo Fatih!”i hatırlatmıyor mu? Yani, seçim meydanlarına dökülen “Paralel Devlet” iddiası üzerinden medya yoluyla halka aktarılan “otoriterlik dili” toplum vicdanını inciterek, potansiyel milli iradeyi tehdit etmiyor mu? Daha önemlisi “Paralel Devlet” in kimin himayesinde oluştuğunu en iyi bilen bu “dil” ile Lenin’in, Hitler’in, Humeyni’nin ortak dilini birleştiren gücü “ çoğunluğun iradesine egemen olma şımarıklığı” olarak mı değerlendirmeliyiz? Şunu belirtmeliyiz ki bu dilde “karşı görüş” yoktur, “ihanet” vardır, iktidarı hedef alan “iç düşman” vardır; o halde “günah işleme özgürlüğünü” engelleyenlere karşı, denetim hassasiyetiyle yükselen kamu vicdanının isyanını durdurmak gerekir gibi bir intiba oluşmakta…
Bu tür “suç” işleme özgürlüğü adına demokrasinin de, hukukunda, inançların da katledilme ivmesi giderek yükselmektedir. Şu an yeterki iddia edilen suçların üstünü örtecek çabalar meydanlarda alkışlanmış olsun! Nitekim bu dilde eleştirel bakışa yer yoktur, Sayın Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN bu süreci “istiklal mücadelesi” olarak ilân etmesi de böyle bir algıyı güçlendirmektadir.
Yine Sayın Bülent ARINÇ’ın geçen 23 Temmuz 2013 de “Herkesin tef gibi gerildiği bir Türkiye’deyiz” ifadesinden; seçim kampanyası döneminde öldürülenler “Cengiz Akyıldız, Berkin Elvan, Burakcan Karamanoğlu, polis memuru Ahmet Küçüktağ- Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum” ile tırmanan toplumsal gerilimi iyi okumak mecburitetindeyiz. En başta siyasi liderler, hemen ardından da her sağ duyulu vatandaş “tefin patlama” noktasına geldiğini tüm çığlığıyla ifade etmelidir. Aynı zamanda bu ülkeye karşı ödev ve sorumluluk ahlakımızı diri tutmamız ve herkese de suhuleti telkin etmemiz elzemdir. Yoksa yazıklar olsun deyip çekilecekmiyiz bir kenara..
Yukarıda ekonomi- politik teoriye atıfta bulunurken “çoğunluğun iradesine yönelik bu kaygılar Eski Yunan’dan bu yana mevcuttur” demekle yetinemeyiz. Nitekim bu kaygıların özünde de, “biçimlendirilmiş demokrasilerin” toplumları er ya da geç sosyalizme/faşizme ya da teokratik düzene götüreceği düşüncesi yatmaktadır. Bu yönüyle Hayek de, hükümet gücünün sınırlandırılması yerine çoğunluğun gücünün sınırlandırılmamasını idealize eden Voltaire, Rousseau’dan hareketle, Fransız ihtilalinin temsil ettiği düşünce geleneğine atıf yapar.
Bu algıyı bir başka cepheden Türkiye açısından ilişkilendirirsek, “1960, 1980 ve 28 Şubat 1997 post modern darbe nitelikli tüm askeri darbeler ile birlikte 2009 dan beri devam eden bel ki de Kürt Açılımına işlerlik kazandırma girişiminin bir parçası olan, “Balyoz”, “Ergenekon” eksenli sivil darbe olarak nitelendirilen iddialara yönelik davaları da gözardı etmemek gerekir. Bu bağlamda aniden ortaya çıkan 17 Aralık 2013 “tersine sivil darbe” ya da “parelel-devlet” iddiası; toplumun giderek kimyasını bozmakta, giderek savrulan sosyo-psikolojik algısını çökertmektedir. Daha ilerisi seçim meydanlarının odağına/merkezine oturan Yolsuzluk-Rüşvet iddiaları (basından ve yayın organlarında doğru/yanlış bilgileri belgesiz sıralamak istemem, bu hal bile benim vicdanımı kanatıyor.., o bakımdan bu olayların somut boyutunu yargıya! bırakmak en doğru yoldur.), çaresizlik stratejisine kurban giden bir ülke konumuna sürüklenen Türkiye profile çiziyor.
Nitekim, Gaflet ve delalet, hatta “cani! A. ÖCALAN TAKTİĞİ” ile ihanet rüzgarı öylesine “kazanımların şımarıklığına” dönüşmektedir ki, 30 Mart 2014 tarihi BDP Eş- Başkanları tarafından “Özerklik- Bölgesel Fedarasyon” a geçiş olarak ilân edilmekte; üniter yapının bir parçası olan, hatta son elli yılın en büyük tarımsal yatırım coğrafyası olan Güney Doğu Anadolu Bölgemizde, bülünme sonucu doğurabilecek seçim propogandası malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Aynı sonuca hizmet edebilecek bir başka dili de Sayın Başbakan’ın Urfa mitiginde vatandaşa seslendiği “siyasi kürtçülük yerine, hizmet kürtçülüğü yapın” çağrısında buluyoruz. Her iki siyaset yapma biçiminin doğurduğu tehlikeye en güzel cevap Bediüzzaman’dan verilebilir: Yakında kaybettiğimiz büyük fikir ve dâva adamlarımızdan Nevzat Kösoğlu’na göre; Bediüzzaman Saîd Nursî, İslâm milleti içinde Türkler’e, Tarihteki fonksiyonları sebebiyle özel bir muhabbeti olduğunu her zaman söylemiştir. O, “Allah, Kur’ân-ı Kerîm’inde, ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben bu ilâhî beyan karşısında düşündüm; bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, bir kaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem” demiştir.
Türk Milliyetçileri’nin hassasiyeti o kadar yükselmekte ve kaygı düzeyi o derece artmaktadır ki, bölücülere “meşrutiyet kisvesi” kazandırabilecek bazı yaklaşımları dikkatle izlediğimizde, yaratılan siyasi atmosfer o kadar bulanıklaştı ki, zihinlerimizi kemiren sorular her geçen gün daha da artmaktadır. Korkarız ki, Türk Milleti’nin istiklâl Mücadelesinin son kalesi olan Türkiye “iktidar kollayıcılığı” ile yolsuzluk ve rüşvet iddialarını bertaraf edecek “rant kollayıcılığı” siyasetinin temellendirdiği uygulamalardan büyük zarar görecek; ya da uluslararası tehdit mekanızmaları aracılığıyla “üniter” yapıdan hızla “fedaratif” yapıya geçiş baskısı daha da yükselecektir. Nitekim demokratikleşme paketinin kanunlaşmasıyla doğabilecek uygulama kusurlarının yarattığı kaotik yapı içinde, bazı siyasetçilerin eş-anlı olarak eş-zeminler de “oy-alma” adına yürüttükleri politikadan, seçim ve parti rekabetinden tüm vatadaşlarımız önemli bir refah kaybına uğrayacaktır.
b. Temsili Demokrasilerin Temel Çıkmazı
Temsili Demokrasilerin Çıkmazı: Burada da önce Hayek’in yaklaşımıyla Oy-Çıkar Alışverişine siyaset terminolojisi açısında bakalım, ardından da ekonomi ile ilişkilendirererek Türk Kültürü ekseninde çare nedir sorusuna cevap aramaya çalışalım. Pür liberal düşünürlere göre en kıymetli değer bireysel özgürlüktür; bireysel özgürlüğün temeli ise ekonomik özgürlüktür. Ekonomik özgürlükle piyasa ekonomisi arasında içiçe bir ilişki vardır. Öyle ki Ludwig von Mises’e göre “piyasa ekonomisinin olmadığı yerde ekonomik özgürlük de yoktur. Piyasa ekonomisi ortadan kaldırıldığında bütün siyasi özgürlükler ve haklar ortadan kalkar. Özgürlüğü yaratan kanunlar, anayasalar vs. değildir; piyasa ekonomisidir. Bu sayılanlar sadece rekabetçi ekonomik sistemin insanlara sağladığı özgürlüğü polis gücüne karşı korur. Piyasa ekonomisi özgürlüğü “rekabet” ile sağlar. Friedman’a göre de piyasa ekonomisi ve rekabet mekanizması ile siyasal özgürlük arasında yakın bir ilişki vardır. Ona göre, “piyasa sistemi, siyasal kanallar aracılığıyla karara bağlanması gereken sorunlar dizisini olabildiğince azaltarak, siyasal otoritenin (devletin) toplumsal yaşama, bireylerarası ilişkilere katılması gereğini enaza indirmektir. Öte yandan, insanlar ancak piyasa sistemi mevcutsa siyasal sisteme muhalefet edebilme imkânına sahip olabileceklerdir. Zira, ekonomik gücün siyasal gücün kontrolünden çıkması siyasal iktidarın zor kullanma gücünü azaltmaktadır.
Hayek’e göre, günümüz batı dünyasında hakim bulunan siyasi kurumlar, kollektivistlerin piyasa ekonomisi yerine planlı bir sistem ikame etme çabalarından çok daha etkili bir şekilde, piyasa ekonomisini tahrip etmeye yönelik tehditlere kaynaklık etmektedir; bunu önleyebilmek ancak bu kurumların değiştirilmesiyle mümkündür. Zira, ona göre “modern politik kurumların öyle müşevvik bir yapısı vardır ki, bu yapı hatalı politikalar ürettiği gibi hatalı politikalar sürdürülmesine yol açan mekanizmalara da sahiptir”. Yukarıda günümüz batı kurumlarının bu şekilde “kötülük” üretmesine neden olan unsurları izah etmiş ve bu kötülüklerin mevcut demokrasilerin yapılanmasından kaynaklandığına atıfda bulunmuştuk.
Burada demokrasi, halkın çoğunluğunun iradesi anlamıyla, piyasa ekonomisini yerleştirmeyi irade etse bile hükümetin iktisadi hayat üzerindeki kontrolünün giderek genişlemesine de yol açtığını vurgulamamız gerekir.
Tam da bu noktada elbette önceki Türk hükümetlerinin uygulamalarını ak-pak etme niyetiyle değil; ama son iktidar dönemlerini kast ederek AKP’nin hükümet etme döneminde ihale kanunun 17 kez değişikliğe uğradığı; zaman zaman hükümet yetkililerinin, internet ortamına düşen “tape” ler üzerinden yapılan bazı iddialara, basın-yayın yoluyla kamu yararı ekseninden açıklık getirilmeye çalıştıkları basın yayın kanallarından izlenebilmektedir. Aslında bu tür olgular “istikrar içinde istikrarsızlığı” beslemekte, dolayısıyla “rüşvet ve yolsuzluk” iddialarına zemin yaratabilmektedir. Bu söylentiler giderek kamu vicdanında “şüyû vukû”una eştir izlenimini uyandırmaktadır.
Uygulamadan doğan olgularla Batı demokrasilerinin piyasa ekonomisini tahrip edici etkiler üretmesinin nedenileri üzerinden Hayek’i refarans alarak çoğunluğun desteğine dayanan ve adeta sınırsız güce sahip olan hükümetlerin, çoğunluğun sürekli desteğini güvence altına almak için, sınırsız gücünü – belirli ticari faaliyet erbabı, belirli bir bölge halkı ile- muhtelif özel çıkarların hizmetinde kullanmasını sorgulamaya devam etmemiz gerekir: Zira, halk kütlesinin piyasa sisteminden yana ve hükümet müdahalesine karşı olduğu bir toplumda bile, normal olarak, grup dinamiklerini eline geçirenlerin büyük bir kısmı kendi çıkarlarına bir istisna yapılması arzusundadır. Bu sosyo-politik şartlar altında güç sahibi olmayı ve bunu korumayı ümit eden bir siyasal partinin, gücünü, belirli grupların desteğini satınalmada kullanmaktan başka da bir şey değildir. Eğer özel çıkarlarına yönelik sözler vererek belirli grupların desteğini satın alamazsa çoğunluğun desteğini elinde tutamayacağı açıktır. Aynı şekilde, bir devlet adamı, kendini tamamen toplumun çıkarına adamış olsa bile, kendisince toplum açısından önem arzeden işleri başarabilmek için ihtiyaç duyduğu çoğunluk desteğini, ancak belirli özel çıkarları tatmin ederek sağlayabilecektir.
Galbrait, batı demokrasilerinde çoğunluğun değil belirli özel çıkar gruplarının belirleyici ve yönlendirici olduğu konusunu şöylece ifade etmektedir:
“Bizim sistemimiz (ABD) seçmene yetki verir. Bu arada hiç kuşkunuz olmasın ki paraya da yetki verir. Çoğunluğu halk oluşturur, zengin sayısıysa azdır. Fakat politikacılar paraya gereksinim duyarlar. Varlıklı kişiler bir şeyi açıkça dile getirmeyi sıradan bir yurttaştan çok daha iyi becerirler. Bu nedenle de, onların ağzından çıkan yakınmalar çoğu zaman halkın sesi sayılır yanlışlıkla.. Sonuç, seçmenlerle para arasındaki bir dengeden ibarettir”.
Neticede, oy-çıkar alışverişi şeklinde seyreden bu siyasi süreç Hayek’e göre, mevcut kurumların ve temsilciler meclisinin (ABD de bir diğer ifadeyle yasama meclisinin) çoğunluğun gerçekte istemediği yönde faaliyet göstermesine yol açmaktadır. Bunun nedeni ise, meclisin gücüne konmuş resmi sınırlamaların olmayışıdır. Hayek, demokratik yöntemlerin benimsenmesi ile birlikte siyasi iktidar üzerinde başka bir sınırlamaya gerek kalmadığı “yanılgısını”, parlamento çoğunluğunun çoğunluk olarak kalabilmek için çeşitli çıkar çevrelerinin desteğini satınalmak ve bunun için ne istiyorlarsa yapmak zorunda olmalarının bir keyfilik ve tarafgirlik kaynağı olmasını ve çoğunluğun ahlaki prensipleri ile bağdaşmasını yan sonuçlar yaratması nedeniyle, “asrımızın trajik hatası” olarak değerlendirmektedir. Nitekim, temsili demokrasilerde, çoğunluğun sınırsız gücünün giderek yerini meclisin gücünün sınırsızlığına bıraktığını görerek, batı demokrasilerindeki mevcut meclislerin organizasyonu dışında ve bu gücün sınırlandırılmasına yönelik bir kurumsal form arayışına girmiştir.
Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hususlara ilaveten Hayek’în temsili demokrasinin temelinde yer alan güçler ayrılığı prensibinin işlerliğini kaybettiğini, bu prensibe dayanan temsilciler meclisinin gücünü, bütün bir toplumun değil belirli grupların özel çıkarlarına hizmet etmede kullandığını, kanun tanımına bağlı olarak, çoğunluğun iradesine, arzu ve beklentilerine aykırı karar ve politika tercihlerinin kolayca kanun hükmü kazandığını vurgulaması daha çok bugünün Türkiye’sine bir penecere aralamaktadır denebilir.
Hayek, batılı siyasal kurumların piyasa sisteminin ve dolayısıyla bireysel özgürlüğün, temel hak ve özgürlüklerin aleyhine politikaların üretimine ve uygulanmasına yol açtığını vurgulamış, bunun nedenleri üzerinde durmuş ancak bunun mekanizmalarını incelememiştir. Bu boşluk Kamu Tercihi Okulu’nca doldurulmuştur.
Yazının Devamı için Tıklayınız…[1] Öz, Mehmet. “Pusulu Döneme öte Türkiye’nin Pusulası: Millî Birlik, Adalet ve Emaneti Ehline Vermek” Türk Yurdu, Ocak 2014,Yıl 103, Sayı 317, s.3
[2] Burns, Edward Menall. Çağdaş Siyasi Düşünceler 1850-1950, (çev: Alattin Şenel),Ankara,1984, s.4 [3] Schumpeter, J.A. Capitalism, Socialism and State , New York, 1985, s.248 [4] Topçu, Nurettin, İradenin Dâvası-Devlet ve Demokrasi, Dergâh Yay. İst. 1998, s. 119, 120, 121, [5] Kök ,Recep, Dergah Yayınları, 1995, İstanbul [6] Burns, age, s. 4 ve 5 [7] The Essence of Hayek, Ed. Nıshıyama, Chiaki and Kurt R. Leube, Hoover Institution Press, Stanford, USA, 1984, s. 364; bkz. Hayek, F. A., New Studies in Phisophy, Politics and Economics, Routledge-Kegan Paul, Landon, 1978, s. 161. [8]Hayek, F. A., New Studies in Phisophy, Politics and Economics, Routledge-Kegan Paul, Landon, 1978, s. 161. [9] Hayek, New Studies, ss.98,-115, 153 [10]Niskanen, William A., “The Prospect for a Liberal Democracy”, Fiscal Responsibility in Constitutional Democracy, Ed. Buchanan James and Richard Wagner, Leiden-Boston, 1978, s . l59. [11]Niskanen, age, s . l59. [12] Yayla, Liberalizm, ss. 164-165; Genel olarak özgürlükle ekonomik özgürlük arasındaki ilişki için aynca bkz. Köker, age, s.33 ve Yayla .. Atilla, Özgürlük Yolu, Ankara, 1993. [13] Yayla, age,s.71 [14] Hayek, age, ss. 107-108 [15] Galbraith, J. K., Kuşku Çağı, (çev: Reşit Aşçıoğlu ve Nilgün Hiınmetoğlu). İstanbul, 1989, ss.310-311. [16] Hayek, F. A., Law, Legislation and Liberty, Vol.1, Rules and Order; Chicago, ‘The University of Chicago Prcss, 1973, s.5. [17] Yayla, age, s.71.