Çok partili döneme geçildiğinden bu yana, benzeri görülmeyen bir seçim kampanyasından sonra yerel seçimler yapıldı. Bir köşe yazarının ifadesiyle “hasar tespit raporu, Başbakan Erdoğan kazandı, demokrasi hasarlı”.
Üç ay boyunca bir kavgada bile az rastlanan hakaretler yapıldı, küfürler edildi. Hizmet grubu sürekli hedef gösterilerek tehditler savruldu. Bu öfke ve nefret dilinin bilerek, hesaplanarak tercih edildiği açık. Çünkü siyaset psikolojisinde bilinir ki, kitlesel birliktelik sağlamanın, safları sıkıştırıp kenetlemenin en kestirme yolu, kendi kesiminin “ötekilerin” yani belirli bir toplumsal kesimin yahut bir dış ülkenin öz varlığı için hayati tehdit teşkil ettiğine inandırmaktır; bu tehlikeye karşı şartlandırmaktır.
Her şey bir yana, bu kuralın çok başarılı şekilde yerine getirildiğini, taraftarlarının kenetlenmesinin sağlandığını kabul etmek gerekir. Peki “ötekiler” tarafının yani toplumun en az yarısının psikolojisi, duyguları ne olacak? Benzer bir kenetlenmenin o tarafta da oluştuğunu görmezlikten gelerek, hiçbir şey yokmuş gibi ülkeyi yönetmek mümkün olabilir mi?
Toplumsal gerginliklerin kontrol edilemeyecek şekilde yoğunlaşması doğal olarak kutuplaşmalara yol açar; köprüler atılır. Taraflar bir birini dinlemeye, anlamaya çalışmak yerine husumete dönüşen bir öfke ve nefret ortamında, duygusal anaforun ortasında aklî melekelerini kullanamaz hale gelirler. Siyaset bilimi ile ilgili literatürde, böyle zamanlarda ufak bir kıvılcımın hangi facialara yol açtığının pek çok örneği vardır. Meşhur balkon veya zafer konuşmasında bile üslup değişikliği yapma ihtiyacının duyulmaması ülkemiz için toplumsal huzurun ve barışın ne kadar önemli olduğunu gören herkesi, hangi siyasi görüşten olursa olsun endişelendiren bir tavırdır.
Her seçimden sonra olduğu gibi, seçim sonuçlarıyla ilgili tahliller yapılıyor; başta Ankara olmak üzere, seçim kurullarına çok sayıda itirazlar oluyor. Bu nedenle bazı değişikliklerin olması mümkündür. Bunları ayrı bir konu olarak görüyor ve buraya girmek istemiyorum. Çünkü önümüzdeki aylarda nelerin cereyan edeceği, ülkenin nelerle karşılaşabileceği gibi hususlar çok daha önemlidir.
Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Belki de genel seçimler öne çekilerek bununla birleştirilecek. İlk turda seçilebilmek için % 50’nin üzerinde oy almak gerekiyor. Yani % 43’lük bir oyla bu mümkün değil. Kalanı için başka kesimlerle işbirliği imkânları, ittifaklar arayıp bulmak gerektiği ortada. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de “İstiklâl Savaşı” yani var olup olmamak konusu yapılması durumunda, BDP-HDP’nin % 6-7 civarındaki oyu anahtar unsur halinde görülebilir. Yerel seçimlerde PKK oylarının nispeten düşmüş görünmesi kimseyi yanıltmasın. Birçok yerde açığa vurulmayan birliktelikler cereyan etti. Meselâ Erzurum’da aralarında Şeyh Sait’in iki torununun da aday olduğu 4 ilçede BDP kazandı. AK Parti buralarda seçime asılmadı ama merkezde de BDP aynı şeyi ona yaptı. Keza Antalya, İstanbul gibi Kürt kökenli seçmenlerin yoğun olduğu yerlerde HDP’nin az oy almış olması BDP’nin buraları rekabet alanı görmemesinden dolayı yapılmış bilinçli bir tercihtir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı seçiminin mutlaka kazanılması mecburiyeti duyulacağından, BDP kesiminden yerel seçimlerde aldığı oyun bir-iki puan fazlasıyla destek olmasının hesabı yapılacaktır. Bunun nasıl sağlanacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yok. BDP’nin bütün sözcüleri, kampanya süresince 30 Mart seçimleriyle birlikte “öz yönetimlerini” inşa etmeye başlayacaklarını defalarca açıkladılar. Bundan vazgeçmeleri bir yana, yerel yönetimlere daha geniş yetkiler verilmesini, doktor ve öğretmenler başta olmak üzere kamu yöneticilerinin belediyeler tarafından yapılmasını öncelikli talepler olarak gündemde tutacaklar. Açılımla ilgili görüşmelerin “örtülü diplomasi” tarzında yönetiliyor olması nedeniyle nelerin konuşulduğunu, hangi noktalarda mutabakat sağlandığını küçük bir grubun dışında kimse bilmiyor. Doğal olarak Cumhurbaşkanlığı seçiminde siyasi işbirliği konusu görüşülürken, Türk halkı ancak sonuçların ortaya çıktığı ölçüde haberdar olacaktır. Bu konuda yapılacak bir işbirliğinin açıktan olması tabanda tepkilere yol açacağından, gerekli makyajlar yapılarak seçim kampanyası boyunca ustalıkla yürütülen “algı yönetimi” bu konuda da tekrarlanacaktır. Bu arada her seçim döneminde olduğu gibi, belirli bir “düşman merkez” işaret edilecek, uluslararası bir komplonun varlığı sık sık vurgulanarak kilitlenen tabanın çözülüp gevşememesi için yoğun bir psikolojik kampanya sürdürülecektir.
Bu tarzda bir kampanya için dünyada pek az ülkede görülen geniş bir medya desteğinin temin edilmiş olması, belirlenen hedeflere 5-6 gazete ile televizyon kanallarından aynı anda taarruza geçilmesi, istihdam edilen kalemlerin tahrip gücü yüksek birer silah şeklinde kullanılması, kurumların arka plândaki destekleriyle birlikte halk kitlesinin yönlendirilmesini, algısının kontrol edilmesini mümkün kılabiliyor.
Hiç kimse BDP’lilerin dillendirdiği “özerkliğin” demokratik tarafının ve meşruiyetinin olduğunu savunmaya kalkmamalıdır. Çünkü KCK sözleşmesi dedikleri metin ortadadır. Seçim kampanyası boyunca cemaate mal edilen bir paralel yapı söylemi tekrarlanıp dururken, güneydoğu’da gizleme gereği duyulmadan “paralel devlet” inşa ediliyor. Öz savunma güçleriyle, yasama, yürütme, yargı organlarıyla örgütsel yapısını, kurallarını, hedeflerini Öcalan’ın belirlediği Marksist-Stalinist esaslara dayalı öz yönetimler kuruluyor.
Siyasette derin bir boşluk oluştu. Ülkemizde iktidar-muhalefet ilişkileri hiçbir dönemde bu derece karşıt, kopuk ve hatta hasmane olmamıştı. Kampanya boyunca mücadelenin üslubu, seviyesi, kalitesi ülkenin esas sorunlarının gündeme getirilmesine, konuşulmasına imkân vermedi. Medyada aylar boyunca haberlerin hangi açıdan verildiği, yazarların neler yazdığı, değerlendirmelerin neye göre yapıldığı ortada. Bu siyaset iklimi değişmediği sürece, oluşturulan sanal gündemden esas gündeme geçilmedikçe önümüzdeki dönemde de bu mümkün olmayacaktır. Böylece sadece güneydoğudaki durum değil, başta Suriye ve bir milyona yakın mültecinin sorunu olmak üzere, Kıbrıs’tan Mısır ile ilişkilere, Kuzey Suriye’de PYD oluşumundan Rusya’nın Kırım’da yaptığı gibi Türk dünyasına yeniden egemen olmak üzere yaptığı girişimlere kadar bütün hayati konular askıda kalacaktır. Seçimlerin sonuçları elbette önemlidir; ancak bunlar tartışılırken unutmayalım ki, çok daha önemli ve beklemeye tahammülü olmayan meselelerimiz ilgi bekliyor.