Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği hareketinde önemli günlerden ve dönüm noktalarından birisi de 3 MAYIS 1944 Türkçülük Olaylarıdır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra, “Benim hayatta yegâne fahrim servetim Türklükten başka bir şey değildir”, “Doğuşumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir”, ” Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene !” gibi daha nice sözlerin sahibi olan M. Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde, tarihte GÖK TÜRKLER’den sonra ilk defa “TÜRK” adıyla bir devlet kuruluyordu. Yeni kurulan bu devletin kuruluş felsefesini ve temelini “Türklük Şuuru – Türk Milliyetçiliği ve Türk Kültürü” oluşturmuştur. Tek devlet, tek millet, tek dil ve tek bayrak esasına “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düşüncesine ve “TAM İSTİKLAL” anlayışına dayanan yeni Cumhuriyet ve Cumhuriyetin kuruluşundan önce verilen Milli Mücadele sadece Türk Milletini esaretten kurtarmakla kalmamış aynı zamanda nice mazlum milletlerin örnek alarak istiklallerine kavuştuğu emperyalizme karşı verilen örnek bir mücadele hareketi olmuştu. Bu durumu Şair Behcet Kemal Çağlar şu şekilde ifade eder:
“Doğrulup gürlüyorsun yeryüzünde yeniden
Her silkinen, kalkınan, kurtulan ulusla sen
Tıpkı ilk sesin gibi Samsun’dan Amasya’dan
Son sesin yükseliyor Afrika’dan, Asya’dan “
Türkiye’deki Türklük şuuruna ve Tam Bağımsızlık anlayışına dayanan Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti Endenozya’dan Tunus’a, Hindistan’dan Pakistan’a kadar pek çok kardeş milletin bağımsızlık mücadelesine örnek olmuştur.
-Atatürk’ten Sonra Sapmalar Başladı-
Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra Milli Şef İNÖNÜ döneminde devletin kuruluş felsefesi olan Türkçülük ve Türk Milliyetçiliğine ve Atatürk’e karşı bir kampanya başlatılmıştır. İnönü’nün Cumhurbaşkanı oluşuyla birlikte Atatürk’ün kendi resimleri ve Türklüğün sembolü olan Bozkurt resimleri Türk parasından ve devlet dairelerinden indirilip mahzenlere kaldırılması bu zihniyetin ilk belirtileridir. Bu tavır 1944’lerde devleti kuran iradeye ,fikre yani TÜRKÇÜLÜĞE karşı bayrak açılarak kendisini iyice göstererek doruk noktasına ulaşmıştır.
Hatırlanacağı üzere , 1940’lı yıllar, İkinci Dünya Savaşının yeni bir aşamaya girdiği ve ülkemizde iç ve dış kaynaklı oyunların oynandığı dönemlerden biridir.
Bir taraftan savaşın karşıt cephelerini oluşturan batılı devletlerin, diğer yandan Komünist Sovyetler Birliği’nin çeşitli baskı ve yönlendirmelerine maruz kalan Türkiye, içerde de Milli Şef İNÖNÜ’nün baskıcı dikta rejimi altında yokluk ve sefalet içinde yaşamaktaydı. Ruslara şirin görünmek amacında olan İdarenin de müsamaha ve hatta teşvikleri ile bölücü ve komünist faaliyetler iyice artmış, devlet kurumlarında yoğunlaşan sol ve materyalist kadrolaşma ülkemizi farklı boyutlara götürebilecek bir boyut ve hız kazanmıştı.
İşte böyle bir zamanda kararlı ve ilkeli bir grup Türk Milliyetçisi aydın, rejimin tüm baskılarına ve dayatmalarına rağmen, tehlikeli gidişe dur demek için kamuoyuna ve devlete bir takım uyarılarda bulunmuştur. Büyük dava ve fikir adamı Nihal ATSIZ’ın önderlik ettiği ve rahmetli ALPARSLAN TÜRKEŞ’in de içinde yer aldığı bu aydın hareketine duyarlı Türk Gençliği hem de asil Türk Milleti destek olmuş; böylece o güne kadar sadece kültürel alanda ve fikri boyutta faaliyet gösteren Türk Milliyetçiliği hareketi, fikir akımı hüviyetinin yanında, siyasi ve sosyal bir hareket özelliği kazanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı olanca hızıyla sürerken, Türkiye’yi idare edenlerin duruş ve tutumu da savaşın seyrine göre değişiyordu. Savaşta Almanlar başarılı iken, iktidar Almanlardan yana tavır koyuyor, Almanların hezimeti ile birlikte bu tavır Ruslardan yana dönüyordu.
O zamanki Türk medyasının bu günkünden pek farkı yoktu. Cumhuriyet Gazetesi Nazi Almanya’sından, Ulus Gazetesi İse Komünist SSCB’den yana yayın yapıyordu. Cumhuriyet Gazetesinin sayfalarını Hitlerin, Ulus Gazetesinin sayfalarını ise İnönü İle Stalin’in birlikte çekilmiş resimleri süslüyordu.
Başbakan ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU, işte o günlerde, durup dururken, TBMM’de bir konuşma yaparak. “BEN TÜRKÇÜ BİR BAŞBAKANIM… TÜRKÇÜLÜK BİZİM İÇİN KÜLTÜR MESELESİ OLDUĞU KADAR BİR KAN MESELESİDİR.” deyivermişti.
-Nihal Atsızın İki Mektubu-
Bu sırada Hasan Ali YÜCEL Milli Eğitim Bakanı bulunuyordu. Memlekette ise teröre ve baskıya dayanan dikta rejimi bütün şiddetiyle hüküm sürmekteydi. Bayramlarda bütün şehirlerimizin sokaklarına ” Tek Parti, Tek Şef, Tek Millet ” gibi vecizeler taşıyan dövizler asılıyordu. İşte bu hava içinde bir çok komünistler ve solcular yüksek makam sahiplerinin çeşitli zaaflarını kullanarak üniversitelere, okullara ve önemli müesseselere sızmışlardı. Başbakan Şükrü Saracoğlu da TBMM’de yapmış olduğu konuşma ile “Ben Türkçü bir Başbakanım. Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar, bir kan meselesidir.” demişti.
Tanınmış Türk düşünürü şair ve yazar Nihal ATSIZ bu sıralarda Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışıyordu ve ORHUN dergisini yayınlamaktaydı. Milliyetçi bir dergi olan ORHUN, başbakanın bu milliyetçilik anlayışına kayıtsız kalmadı.
Ve Nihal ATSIZ, Şükrü SARACOĞLU’na hitap eden iki açık mektup yayınladı.
Pek dikkate değer olan ve bir devre, tarihi notunu veren bu iki mektup, hiç unutulmaması gereken iki önemli vesikadır. Bu mektuplarda sayın Nihal ATSIZ, Şükrü SARAÇOĞLU’na özet olarak şunları söylüyordu:
“Memlekette açıktan açığa komünist propagandası yapan dergiler çıkarılmaktadır. Bu dergiler Milli Eğitim Bakanlığı’nın emri ile ve devlet parası ile satın alınarak bütün okullara dağıtılmaktadır. Sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde, Devlet Konservatuarında daha başka birçok önemli mevkilerde memleketimizi komünistleştirmek isteyen, bu uğurda çaba gösteren insanlar vardır.”
Nihal ATSIZ açık mektubunun bir tarafında da şu ifşaatta bulunuyordu:
“Bursa cezaevinde hüküm giymiş bir suçlu olarak bulunan Nazım Hikmet’e Milli Eğitim Bakanlığı tarafından el altından paralar verilmektedir. Bir vatan haini olduğu bilinen Sabahattin ALİ, Ankara’da Devlet Konservatuarında öğretmendir. Sanat adamı olarak yetiştirilecek gençler bu adamın tesir dairesi içine âdete zorla sokulmuş gibidirler.”
Korkunç bir ifşaattı bu…
Milli Eğitim Bakanı kendi bakanlığının hariminde dönen bu dolapları, çevrilen entrikaları bilmiyor muydu?
Nihal ATSIZ da işte mektuplardan birini bu mukadder soruyu ortaya atarak bitirmişti:
“Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ya bunları bilmiyor, görmüyor… O halde akıl kabul etmez derecede büyük bir gaflet içinde bulunmaktadır. Yahut bilerek, görerek bu işleri yapmaktadır ki, bu takdirde kendisi de ihanet halindedir…”
“Öyle de olsa böyle de olsa, her iki ihtimal içinde de mütalaa edilse, Hasan Ali Yücel’in bu durumu bir bakan için müsamaha edilecek, affolunacak bir durum değildir.”
“Hasan Ali Yücel, ya derhal bu vazifeden alınmalıdır yahut kendisi daha vatansever bir jest göstermeye davet edilmeli, hemen istifa etmesi istenmelidir.” (A.TÜRKEŞ, 1944 MİLLİYETÇİLİK OLAYI, sayfa 30-31 Kamer Yayınları 1992 )
Orhun Dergisi Başyazarı ATSIZ elbette doğru yolda idi ve doğru söylüyordu. Bu satırları büyük bir vatanseverlik duygusu içinde yazdığı belliydi.
Mektup, Ankara’da çok büyük bir ses getirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu güne kadar geçen yirmi bir yılı içine alan zaman diliminde bir bakan hakkında böylesine aleni suçlamaların yapıldığı ne görülmüş ne de işitilmişti.
Mektuplar, “Ben Türkçüyüm, ırkçıyım” diyen bir Başbakanı da sarsmıştı. Fakat asıl sarsılan İnönü olmuştu.
O zamanın şartlarında Türkiye’de bir dikta rejimi kurmuş olan İNÖNÜ VE İNÖNÜ Türkiye’sinde bakanları tenkit veya takdir etmek kimin haddine düşmüştü. Bu iş ancak Milli Şef İnönü’nün hakkıydı. Hasan Ali YÜCEL, öyle ahım şahım, tahsilli, bilgili bir adam olmamasına rağmen İnönü’nün gözüne girmiş ve kendini sevdirmişti.
Saraçoğlu, “Ben Türkçü bir başbakanım” dese de İnönü’nün ve kadrosunun Türk milliyetçilerine sıcak bakmaları beklenemezdi. Hasan Ali YÜCEL, Başbakan SARAÇOĞLU, Saraçoğlu’da Milli Şef İNÖNÜ ile görüştü, Türk Milliyetçilerine karşı uygulanacak strateji tespit edildi. Hükümet olaya doğrudan müdahale etmeyecek ve Sabahattin ALİ, kendisini vatan hainliği ve komünistlikle suçlayan ATSIZ’ı mahkemeye verecekti. Ne hazin bir tecellidir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin koskoca Cumhurbaşkanı ve Milli Mücadele Kahramanı İNÖNÜ, Başbakan SARAÇOĞLU ve devletin Milli Eğitim Bakanı Türkçülere karşı bir vatan haini ile işbirliği içine girmişti. Sabahattin ALİ’ninfahri avukatlığını Rusya’ya methiyeler düzen Ulus Gazetesinin hukuk müşaviri Falih Rıfkı ATAY yapacaktı.
Atsız, mahkemeye verilmişti. Ardından, Hasan Ali YÜCEL, İsmet İNÖNÜ’den aldığı emirle ATSIZ’ı Boğaziçi Lisesi’ndeki Edebiyat öğretmenliği görevinden aldı. Bakanlar Kurulu Kararı ile de ORHUN dergisi kapatıldı.
ATSIZ-SABAHATTİN ALİ davasının ilk duruşması Ankara’da 26 Nisan 1944 günü yapılacaktı. ATSIZ, trenden Ankara garına inmişti. Kalabalık bir üniversite gençliği garda ATSIZ’ı bekliyordu. ATSIZ, çiçeklerle karşılandı, omuzlara alındı. ATSIZ, sevgi gösterileri arasında bir otele yerleştirildi. Otel, bir süre sonra polis birlikleri tarafından kuşatılmıştı. Ankara’da olan bitenden korkan İNÖNÜ’nün emriyle ordu birlikleri olağan üstü önlemler aldı. Atsız’ın otele yerleşmesinden sonra üniversiteli gençler, ” KAHROLSUN KOMÜNİSTLER “, “YAŞASIN ATSIZ” sloganları atarak yürüyüşe geçtiler. Sabahattin ALİ’nin kitapları Ulus Meydanı’nda yakıldı.
26 Nisan 1944’te Ankara’da başlayan ilk mahkemeye üniversite gençliği büyük ilgi gösterir, salon hınca hınç doldurulur. Bu yoğun kalabalık ve tezahürat karşısında Mahkeme heyetinin içeriye pencerelerden girebildiği söylenir.
Nihal Atsız Mahkeme Heyetine: ‘Sabahattin Ali’den sorulsun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı? ‘ diye sorar. Sabahattin Ali ise buna cevap veremez… Duruşma 26 Nisan 1944 günü SABAHI yapılmış ve öğleden sonraya ertelenmişti. Öğleden sonra, Savcı iddianameyi okudu ve taraflara söz verdi. Atsız son derece ciddi ve bir Türk Milliyetçisine yakışan vakur bir duruşla ağır ağır konuşmayabaşladı:
“Bir vatanperver olarak Türkiye’nin inkıraz uçurumuna doğru sürüklendiğini görüyorum. Komünistler ve memleketi batırmak isteyenler birbirlerine destek olarak memleketin en yüksek mevkilerine çıkarken, vatanseverler her türlü darbeyle saf dışı edilmek istenmektedir…” diyordu. ATSIZ’ınbu ifadesi, bir savunmadan daha çok bir suçlamaya benziyordu.
Oysa, Atatürk “Türk Milletine vasiyet ederim ki başına geçireceği insanların kanındaki cevheri asliyi tayin etmekten bir an fariğ kalmasın” demiş; devlet kademelerine getirilecek idarecilerin iyi seçilmesini ve Türklük şuuruna sahip olmasını vasiyet etmişti. İnönü döneminde ise vatan hainleri ve komünistlikleri tescillenmiş insanlar önemli mevkilere getiriliyordu.
Dava 3 Mayıs 1944 gününe ertelenmişti.
Ankara’da yaşanan bu olaylar gençliği derinden etkilemişti. Herkes Saraçoğlu’nun da H. Ali YÜCEL’in de birer kukla olduğunu emirleri bizzat İNÖNÜ’nün verdiğini biliyor ve söylüyordu. Gençler:
– Mutlaka emirleri İnönü vermiştir.
– İnönü, Nazım Hikmeti’i hapishanede besletiyormuş ha!
– Sabahattin ALİ’yi konservatuara İNÖNÜ koydurmuş… Şeklinde konuşuyordu.
Bu tür konuşmalar başta İNÖNÜ olmak üzere Hükümeti ve yandaşlarını rahatsız ediyordu.
Nihayet o, 3 Mayıs 1944 tarihi gelip çatmıştı.
Bu sefer sayı daha da artmıştı. Binlerce üniversiteli genç Ankara sokaklarındaydı. Ankara sokakları “KAHROLSUN KOMÜNİSTLER” sloganları ile inliyordu. İNÖNÜ ve Tek Parti İktidarı ne yapacağını şaşırmıştı. Ankara’da yetkililer toplantı üstüne toplantı yapıyor, hükümetin yok olan itibarını yeniden kazandırmak için neler yapılması gerektiğini tartışıyorlardı. İnönü iktidarın sonunun gelmesinden korkuyor ve emir üstüne emirler veriyordu. Ankara adliyesinin önünü hınca hınç dolduran gençler ” Kahrolsun Komünistler ” diyerek ortalığı çınlatıyorlardı. Yıllardır Tek Parti iktidarından rahatsız olan halk ve gençler bu rahatsızlıklarını açığa vurma fırsatı bulmuşlardı. İktidara halkın ve gençliğin gücünü göstermek için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı.
Gençlerin duruşma salonuna alınmamaları bardağı taşıran son damla olmuştu. Polislerin de tavrı birden değişmişti. Coplarına sarılan polisler acımasızca gençleri dövmeye başladılar. Kafaları yarılan ve kan içinde kalan gençler neye uğradıklarını anlamamışlardı. 3 Mayıs günü Başbakan Saraçoğlu ile görüşmek isteyen öğrencilerin bu isteği kabul edilmemiş; bu gençlerden 165’i gözaltına alınmış daha sonra serbest bırakılmıştır.
Mahkeme duruşmayı 9 Mayıs tarihine ertelemişti. Sabahattin Ali dışarıdaki tepkilerden ürkerek, saatlerce çıkamadığı mahkeme salonundan ancak akşam karanlığında çıkabilmişti. ATSIZ ise, yol boyunca kendisine yoğun tezahürat yapan gençlerin arasından geçerek oteline döndü.
Oteline dönen ve mahkemenin tutuklamadığı ATSIZ’ı polisler göz altına aldı. Aynı saatlerde ATSIZ’ın İstanbul’daki evi didik didik aranıyordu.Olayların boyutu gittikçe büyüyordu. TÜRKÇÜ olduğunu iddia eden Hükümet 18 Mayıs 1944 günü yayınladığı bir bildiri ile Atsız ve arkadaşların “IRKÇILIK VE TURANCILIKLA ve HÜKÜMETİ DEVİRMEYE ÇALIŞMAKLA” suçluyordu. İlk anda 14 asteğmen tutuklanmış ve 250 Harbiyeli hakkında soruşturma açılmıştı.
9 Mayıs’ta yapılan duruşmada ATSIZ, 6 aya mahkûm edilmiş, ağır tahrik nedeniyle ceza 4 aya indirilip tecil edilmişti. Atsız buna rağmen serbest bırakılmamıştı.
Aslında, Hükümetin tavır değişikliğinin asıl nedeni, savaşın sonucunun belirmeye başlamasıydı. Almanlar Stalingrad Bozgunundan sonra hızla geri çekiliyor, Kızıl Ordu onları kovalarken, Doğu Avrupa Ülkelerine giriyor, buralarda komünist idarelerin işbaşına gelmelerini sağlıyordu. İnönü iktidarı Türkiye’nin de benzer bir baskıyla karşı karşıya geleceği endişesiyle, savaş boyunca Nazi Almanya’sıyla ile ilişkilerini sıcak tutmuş olan İnönü, Stalin’in hışmına uğramamak için Moskova’ya sempatik gelecek bir tutum sergilemeye çalışıyordu.
Bu arada İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru gelinmiş, savaşı Rusların kazanacağı kesinleşmişti. Atatürk gibi şahsiyetli bir dış politika izlemek yerine korkak ve pısırık bir dış politikayı tercih eden İNÖNÜ, Ruslara şirin görünmek amacıyla “Turancı” dedikleri Türk Milliyetçilerini susturmaya karar vermişti. Oysa henüz 9 yıl önce 1935 yılında, Rus ihtilalinin yıldönümünden bir kaç gün önce uzun bir konuşma yapan STALİN, gizli niyetini açığa vurarak bir taşkınlık göstermiş, Türkiye, İran ve yakın ve uzak doğu memleketlerini “RUS BÖLGESİ” diye adlandırmıştı. Moskova’daki Türk Büyükelçisinin durumu ATATÜRK’E bildirmesi üzerine, ATATÜRK, Ankara’da Sovyet Büyükelçisi’ne;
“Moskova’daki o herife, Kalilin midir? Stalin midir? Ne Allah’ın belası ise, o herife söyleyin, biz Türkler asırlarca Rusya’nın göbeğinde rakı içmiş bir milletiz. Gerekirse yine de içmesini biliriz” demiş ve Ruslara gereken dersi vermişti.(H. TANYU, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, sayfa 173)
Atatürk’ün zamanında, Türkiye her bakımdan bölgesinde lider ve örnek alınan bir ülke idi. Dünyanın çeşitli ülkelerinin liderleri Türkiye’ye gelip Atatürk’le görüşmek için kuyruğa girmişlerdi. Atatürk, 9 Şubat 1933’de Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’ nın katılımıyla “BALKAN Antantını diğer taraftan da 8 Temmuz 1937 yılında Afganistan, Irak ve İran’ yanına alarak Türkiye’nin öncülüğünde “SADABAT PAKTI” nı kurdurarak bölgeyi Türkiye’nin kontrolüne almıştır.
Atatürk’ün yerine Cumhurbaşkanı olan İNÖNÜ ise özellikle savaşın sonuna doğru Sovyetlere şirin görünmek için ilkesiz ve kararsız bir politika izliyordu. Türk tarihinin en büyük Türkçülerinden biri olan Atatürk’ün izinden giden Türkçüleri tutuklatıyor ve onlara akla hayale gelmeyen işkenceler yaptırıyordu
19 Mayıs gelip çatmıştı, herkes İnönü’den bayram konuşması yapmasını beklerken o devleti kuran irade ve fikri suçlayan bir konuşma yaparak güya Gençlik ve Spor bayramını kutluyordu. Milli Şef henüz soruşturması bile başlamayan bir davada Türk Milliyetçilerini ağır şekilde suçluyordu.
“Turancılar, Türk Milleti’ni bütün komşularıyla (komşu dediği Komünist Sovyetler Birliği’dir.) onarılmaz bir surette düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk Milletini teslim etmemek için elbette cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız” diyebiliyordu…
İNÖNÜ’NÜN konuşmasını bir talimat olarak emir gibi algılayan savcılar, İstanbul ve Ankara’da milliyetçi avını başlattılar Dönemin önde gelen Türkçü aydınları nezarete alınıp İstanbul’a götürüldüler ve tutuklandılar. Tutuklanan Türkçü aydınlar şunlardır: Başta merhum Alparslan Türkeş Bey olmak üzere, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Cebbar Şenel, Hasan Ferit Cansever, Nurullah Barıman, Mustafa Zeki Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı, Hüseyin Namık Orkun, Saim Bayrak, İsmet Rasim Tümtürk, Cihat Savaşfer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek, Orhan Şaik Gökyay, Cemal Oğuz Öcal, Said Bilgiç, Mehmet Külâhlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti.
Tutuklanan Milliyetçi-Türkçü aydınlar, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün adına “TABUTLUK” denilen ünlü betondan ve tabuta benzeyen hücrelerinde savcının istediği şekilde ifade vermeleri için işkenceye tabi tutulmuşlardır. Tabutluklar dikine konulmuş ve ancak bir tabut genişliğinde beton oyuklardı. Tabutluğa konulanların üstünde beş yüzer voltluk üçer adet lamba yanıyordu.
Rahmetli Türkeş Bey, yapılan İşkence Ve İşkence Çeşitlerini Şöyle Anlatır:
1. Sanıklar, günlerce aç ve susuz bırakıldılar.
2. El, yüz yıkamak, taharetlenmek imkânından mahrum edildiler.
3. Diğer bir işkence de Allah yarattı demeden dövmek. Bu işkence bilhassa üniversite öğrencilerine uygulanıyordu.
4. Başka sanıkların dövülmesini izlettirmek.
5. Tabanca çekerek ifade sırasında sanıkların şakaklarına dayamak ve ” Sizi öldürürüz, kalp sektesinden öldü diye rapor alırız. Geçer gidersin” şeklinde tehditte bulunmak.
6. Boş yazı kâğıtlarını altına ” imza muayenesi yapacağız, şurayı imzalayın ” diye imzalatarak, ondan sonra da ” İşte bu kâğıtların üstüne istediğimizi yazar, doldururuz, canınızı okuruz. Bunu bilerek ifade veriniz.” şeklinde tehditte bulunmak.
7. Emniyet Müdürlüğünün bodrumlarında, içlerinden lağım geçen hücrelere kapatmak. Vb.
Tutuklular nihayet 7 Eylül 1944 günü, İstanbul 1 Nolu Sıkıyönetim mahkemesinde; Hükümete karşı gizli örgüt kurmak, düzen düşmanlığı yapmak, hükümeti düşürmeye çalışmak ve Irkçılık, Turancılık yapmakla suçlanırlar. Askeri Savcı Kazım ALÖÇ, sanıkların idamla yargılanmasını istemektedir.
Irkçılık-Turancılık davası 7 Eylül 1944’te başlar ve haftada üç gün süren oturumlarla 65 oturum sürer. ATSIZ, altı buçuk yıla arkadaşları da çeşitli cezalara çarptırılırlar. Temyize başvurulması üzerine Askeri Yargıtay davayı esastan bozar.
Sanıkları tutuksuz yargılayan 2 no’lu Sıkı Yönetim Mahkemesi kararını açıklar:
-“Sanıklar Suçsuzdur, Beraatlerine…”-
“3 Mayıs milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.”
Mahkemenin gerekçeli kararında: “Bu nümayiş (3 Mayıs 1944 yürüyüşü-gösterisi) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.” denilmesi Türk Milliyetçilerinin yaralı yüreklerine biraz da olsa su serpmiştir. Gerekçede yer alan ” Milli bir gaye için çalışan Zeki Velidi ve Arkadaşlarının beraatına karar verilmiştir..” ibaresi Türkçülüğün ve Turancılığın bir mahkeme kararıyla milli bir dava olarak kabul edilip tescillemesi açısından son derece önemlidir.
İnönü ve çevresindekiler bu mahkeme kararı ile büyük bir şoka uğrarlar ve kararı temyiz ederler. Askeri Yargıtay temyiz başvurusunu inceler ve mahkemenin verdiği beraat kararını onaylar. Türk Milliyetçiliğine husumeti, varlık sebebi gibi gören çevreler ısrarlıdırlar: bu defa Yargıtay Başsavcısı MünifKocaçıtak, tashih-i Karar isteği ile harekete geçti. Mahkemenin tekrar görüşülmesini istedi. Askeri Yargıtay bunu da reddetti. Böylece “Türkçülük-Turancılık” davası Türk Milliyetçilerini zaferi ile neticelenmiş oldu.
Hem o günleri daha iyi anlamak hem de olayın baş kahramanı olan Merhum Hüseyin Nihal ATSIZ’ıyad etmek açısından, onun sözlerini hatırlayalım;
“3 Mayıs 1944… 3 Mayıs Türkçülüğün tarihinde bir dönüm noktası oldu. O, zamana kadar yalnız duygu ve düşünce olan, ebedî ve ilmî sınırları pek de aşmayan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayıs’ında birden bire hareket oluverdi.
Ali Suaviler, Süleyman Paşalar, Mehmet Eminler, Ziya Gökalplar, Rıza Nurlar yalnız duygu, düşünce, iş Türkçüsü idiler. Hareket Türkçüsü olmamışlardı. Çırağan baskını Türkçü Ali Suavi’nin siyasî bir hareketiydi. Bunun Türkçülükle ilgisi yoktu. Sıhhiye Vekili (Sağlık Bakanı) olduğu zaman gayrî Türkleri atarak yerine Türkleri yerleştiren Rıza Nur, fiilî Türkçülük yapıyordu. Fakat bu da hareket değildi.
Türkçülükte ilk hareketi, 3 Mayıs 1944 Çarşamba günü, Ankara’daki birkaç bin meçhul Türk genci yaptı. Bu bakımdan Türkçülük tarihinde onların hususî bir şerefi vardır.
Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin günüdür. O’na bir bayram diyemeyeceğiz. Çünkü yıllarla süren büyük ızdırabımız o gün başlamıştır. O’na bir matem demek de kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle yüreksizi er meydanında denemek, yahşı ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir. O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük 3 Mayıs’ta gafletten ayılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür.
Böyle sağlam bir sonuca varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a “Türkçüler Günü “deyip çıkıyoruz.
Hoşlanmayanlar onu benimsemesin. Yalnız kendilerine benzeyenler, yani Türk’e benzemeyenler onu yadırgasın. Biz 3 Mayıs’ı sevmekte devam edeceğiz. Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı 3 Mayıs hareketini yaparken onun çift olduğunu acı bir deneme ile öğrendi.
Bu millî hareketin zaferinden korkan Türkçülük düşmanları, Türkçüler ortaçağı andıran vahşetlerle hapse atılır ve aleyhlerinde türlü yayınlar yapılırken, onları tartışmaya çağırmak garabetini de gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak ve Türkçülerin günü olan 3 Mayıs, bir gün Türklerin günü olunca onlar tarihin büyük mahkemesinde lâyık oldukları akıbete uğrayacaklardır.
TÜRKÇÜLER! Toplu veya yalnız, her yerde 3 Mayıs’ı analım. Anlatalım ve Kürşad’ın hâtırasını yüceltelim…
NE mümkün zulm ile bîdâd ile imhayı hürriyet,
Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten! ”
Hüseyin Nihal ATSIZ (KÜRŞAD Dergisi,1964, Sayı.2)
DAVADA 23 SANIK YARGILANMIŞTIR:
1-Hasan Ferit Cansever, Dr. yüzbaşı
2-Fethi Tevetoğlu, Dr. üsteğmen
3-Alparslan Türkeş, Piyade üsteğmen
4-Nurullah Barıman, Piyade teğmen
5-Zeki Özgür(Sofuoğlu) , Topçu asteğmen,
6-Fazıl Hisarcıklı, Ulaştırma asteğmen
7-Nihal Atsız, Edebiyat Öğretmeni
8-Hüseyin Namık Orkun, Tarih Öğretmeni
9-Nejdet Sancar, Balıkesir Lisesi Edebiyat Öğretmeni
10-Saim Bayrak, Temyiz Mahkemesi Evrak Memuru
11-İsmet RasinTümtürk, İstanbul Belediyesi Murakıbı
12-Cihat Savaşfer, Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi
13-Muzaffer Eriş, Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi
14-Fehiman Altan, Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi
15-Yusuf Kadıgil, Lise Öğrencisi
16-Cebbar Şenel, Adana Adliyesi’nde Hakim Adayı
17-Zeki Velidi Togan, Türk Tarihi Profesörü
18-Orhan Şaik Gökyay, Ankara Konservatuarı Direktörü
19-Hikmet Tanyu, İçişleri Bakanlığında Memur
20-Reha Oğuz Türkkan, İstanbul Üniversitesi Doktora Öğrencisi
21-Hamza Sadi Özbek, Aydın Maliye Tahsilat Şefi
22-Cemal Oğuz Öcal, Gazi Eğitim Enstitüsü Öğrencisi
23-Said Bilgiç, Ankara Adliyesi’nde Hakim Adayı
Aynı davadan sanık olarak Mehmet Külahlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti de bir süre tutuklu kalmışlardır