Avrupa’da son büyük genişlemenin 10. yılının kutlandığı şu günlerde, AB’li bazı siyasetçilerin Türkiye’yi hedef alan maksatlı açıklamalarına şahit olmaktayız. Buna, 9 Mayıs Avrupa Günü kutlamalarını ve 22-25 Mayıs’ta yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçim kampanyalarını da eklediğimizde, Türkiye’nin Avrupa kamuoyu önünde siyasi bir malzeme olarak tartışmaya açılması kaçınılmaz olmuştur. Mesela, AB Komisyonu Başkan Adayları Jean-Claude Juncker ile Martin Schulz, bir Alman televizyon kanalının tartışma programına katılıyorlar ve ne hikmetse tartışmanın ana konusu, Türkiye’nin AB üyeliği oluyor. Her ikisi de Birliğin genişlemesine olumsuz bakan AB’nin bu önde gelen siyasetçileri, Türkiye ile müzakereleri başlattığı iddiasıyla birbirlerini suçlamakta ve adeta Türkiye’ye kapıyı kapatmaktadırlar.
Öncelikle, GKRY’nin de içinde bulunduğu 1 Mayıs 2004 tarihli son büyük genişlemenin 10. yılı münasebetiyle Türkiye’nin adaylığı ve Kıbrıs meselesini ele alalım: AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso “AB’nin son genişlemesinin, 10 yılda Avrupa’yı siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan daha güçlü, zengin ve güvenli hale getirdiğini” ifade etmiştir. Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi Stefan Füle’ de, “Eskiden Doğu Avrupa‘da komünist rejimle yönetilen ülkelerin ve iki Akdeniz ülkesi Malta ile Kıbrıs’ın AB’ye girişinin hem ekonomik hem de siyasi açıdan tam bir başarı olduğunu” söylemektedir.
1 Mayıs 2004 tarihindeki 10 üyeli ve 2007 tarihli Romanya-Bulgaristan genişlemesi, AB’li siyasetçiler için başarı olarak görülebilir. Ancak AB vatandaşlarının son 10 yılı başarılı bulup-bulmadıkları hususu şüphelidir. Zira, Romanya ve Bulgaristan vatandaşlarına uygulanan geçiş uygulamaları, bu ülkelerin Schengen sistemi dışında tutulmaları, üyelikten beklenen mali yardım ve yatırımlar konusunda yaşanan hayal kırıklıkları, yine özellikle Batı Avrupa ülkelerinde, Yunanistan’da ve GKRY’de yaşanan mali kriz, tüm Avrupa düzeyinde artan işsizlik, AB’nin son 10 yılına damga vuran bazı olumsuz gelişmeler olarak sayılabilir.
Öte yandan, enerjide dışa ve büyük oranda da Rusya’ya bağımlı olan AB’nin, dünya siyasi arenasında bir varlık gösterememesi de bir diğer başarısızlık örneğidir. Rusya’nın önce Gürcistan, ardından da Kırım ve Ukrayna’ya yönelik yayılmacı ve işgalci tutumları karşısında AB’nin çaresiz kalması, Brüksel’in belirsiz siyasi geleceğinin önemli bir göstergedir. Ayrıca Kıbrıs gibi siyasi ve karmaşık bir meseleye taraf olmak suretiyle stratejik bir hata yapan Brüksel’in bu tavrı da AB vatandaşlarının gözünden kaçmayacaktır. Yine, dünya siyasi arenasında etkili olabilmek için Lizbon Anlaşmasıyla ihdas edilen AB(Konseyi) Başkanlığı ve Dış Politika Yüksek Temsilciliği görevlerine getirilen Herman Van Rompuy ile Catherine Ashton’ın beklenen etkiyi gösterememesi de AB’nin siyasi geleceğini belirsiz kılmaktadır.
Nihayet Avrupa’da, başta Türk-Müslüman düşmanlığı olmak üzere yabancı düşmanlığının artması ve ırkçı hareketlerin Avrupa siyasetinde etkili hale gelmesi de son 10 yılın hanesine yazılacak bir diğer olumsuz gelişme olmuştur. Mesela, Almanya’da bir yandan Başbakan Angela Merkel çok kültürlülüğe vurgu yaparken bir yandan da bu ülkede yaşayan Türkler ırkçı saldırılara maruz kalmaktadır.
Ayrıca, AB’ye karşı olan ve Brüksel’e güvenmeyen Avrupalıların sayısının ciddi anlamda artış göstermesi de AB’li siyasetçilerin önünde duran önemli bir sorundur.
İşte kısaca değindiğimiz bu gelişmeler göstermektedir ki Barroso’nun Komisyon Başkanı olduğu son 10 yılda AB, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan başarılı olamamıştır.
Şimdi biraz da AB’nin son 10 yılına Türkiye açısından bakalım: Mevcut koşullarda AB’nin ileride yeni üyeler kabul edecek durumda olamayabileceğini düşünen AB Komisyonu eski Başkanı Günther Verheugen, “Projenin geleceği konusunda endişeliyim. Bu yolculuğun daha nereye kadar devam etmesi gerektiği konusunda bir görüş yok…” demektedir. Burada mesajın kime verildiği izahtan varestedir. 2004 yılında hem ekonomik ve hem de siyasi açıdan hazır olmadıkları halde 10 yeni üyeyi, Birliğe alan Verheugen’in bugün Türkiye söz konusu olunca kafası karışıyor. Üstelik Verheugen, zamanın Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi sıfatıyla Türkiye’ye karşı uyguladığı çok yönlü baskılar ve şantajlarla, Kıbrıs Rum Kesimini tek taraflı ve uluslar arası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapmıştır.
Öte yandan, AB’nin son 10 yılını başarılı gören Barroso’nun, 10 yıl önce göreve geldiğinde ilk icraatı, Türkiye ile daha önce eşi benzeri görülmemiş şartlarda müzakereleri başlatmak olmuştur. 2005 yılında Türkiye-AB müzakere Çerçeve Belgesi’ne, diğer adaylarla eşit olmayan şartlar koymuştur. Mesela, “ucu açık süreç”, “Birliğin hazmetme kapasitesi”, “GKRY ile ilişkilerini normalleştirmesi”, “Ege sorununu Yunanistan lehine çözmesi” ve “Türkiye’nin mümkün olan en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlenmesi” gibi haksız şartlar ve belirsiz ifadelere yer verilmesi de Türk Milletinin gözünden kaçmamıştır.
Türkiye ile aynı tarihte müzakerelere başlayan Hırvatistan’ın Türkiye’den önce tam üye yapılmış olması da AB’nin karnesindeki kırık notlardan bir tanesidir. Zira Hırvatistan’ı apar-topar Birliğe alan Brüksel, Türkiye’yi bir 50 yıl daha kapıda bekleteceğinin sinyallerini vermektedir. Ne var ki Türkiye kapıda beklemeyecek, yakın zamanda Brüksel’in bizatihi kendisi Ankara’nın kapısını çalacaktır.
Diğer taraftan, Yunanistan’ın “tüm genişlemeyi veto ederiz” şantajına boyun eğmek suretiyle, Kıbrıs Rum Kesimini 10 yıl önce haksız bir şekilde üye yapan Brüksel, geldiğimiz noktada Kıbrıs meselesinin çözümünü neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Alman Başbakanı Angela Merkel’in “Rumları üye yapmakla büyük hata ettik” demesi de durumu kurtarmamaktadır. 10 yıldır Rumlar, AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla hareket etmekte ve Ada’da adil ve kalıcı bir barışa da yanaşmamaktadırlar. Üstelik Rumlar bugün, Türkiye’nin AB-Katılım sürecinin yavaşlaması ve hatta durma noktasına gelmesinin de yegâne sorumlusudurlar. İşte, son 10 yılda Türkiye’yi “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasıyla karşı karşıya bırakan Brüksel’in karnesi bu kadar kötüdür.
Bu noktada, önümüzdeki günlerde yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimleri hakkında da kısaca bilgi verelim: AB Komisyonu Başkanlığına aday olan eski Lüksemburg Başbakanı Jean Claude Juncker, seçim kampanyasını Kıbrıs meselesi üzerine oturtmuş gibi görünüyor. Öyle ki şu günlerde Kıbrıslı Rum Lider Anastasiadis ile yakın mesai içerisindedirler. Juncker, devamlı olarak Rum siyasetçilerle görüşmekte ve Kıbrıs meselesi ile ilgili ortak açıklamalar yapmaktadır.
Juncker, Kıbrıs meselesinin esasını bilmediği halde Rumlara birtakım vaatlerde bulunmaktadır. Mesela, “Anastasiadis’in doğru olanı yaptığından eminim” “Maraş’ın geri verilmesi önerisini beğendim” diyor. Buna karşın Anastasiadis’de “ Juncker’in Kıbrıs sorununu Avrupa sorunu görmesinden memnunum” gibi açıklamalarda bulunuyor. Ayrıca, halen AP Başkanı olan ve önümüzdeki dönemde AB Komisyonu Başkanlığına aday olan Martin Schulz, “Kıbrıs’ta çözüm AB’nin ilkelerine dayalı olacak” şeklinde açıklama yapma ihtiyacı hissediyor. Ayrıca, AP’de Kıbrıslı Türklere tahsisli bulunan 2 adet sandalyenin bu seçimlerde de Kıbrıslı Rumlar tarafından işgal edileceği kesin gibi görünmektedir. Her ne kadar GKRY, Kuzey Kıbrıs’tan 6 adayın varlığından bahsetse de bunun işgali örtmeye yönelik kozmetik bir adım olduğu ortadadır.
Görüldüğü gibi, Rumlarla AB Komisyonu’nun başkan adayları hep birlikte, Türkiye’siz, KKTC’siz bir Kıbrıs için plan yapmaktadırlar. Ne var ki Rumların bu yeni planları da diğerleri gibi fiyaskoyla sonuçlanacaktır. Çünkü, Kıbrıs’ta Çözüm “AB ilkelerine göre” değil, “Ada’daki gerçekler temelinde olacaktır.” Türkiye’nin önceliği AB üyeliği değil, Kıbrıs’ta kalıcı bir huzur ortamının sağlanması olacaktır. Kıbrıs barış görüşmeleri “Her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış olmayacağı” ilkesi temelinde yürüyecektir. Maraş, ancak kapsamlı bir çözümün parçası olarak gündeme gelebilecektir. Ayrıca Kıbrıs görüşmelerinde Komisyon taraf değildir ve müzakerelere katılması da söz konusu olmayacaktır. Kıbrıs sorunu bir AB sorunu değildir, olmayacaktır. Nihayet Türkiye, “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına asla boyun eğmeyecektir.
Şurası da unutulmamalıdır ki Türkiye’nin 1959 tarihli AT ortak üyelik başvurusu bir stratejik adımdan ibaretti. Bugün, tam üyelik süreci de Türkiye için stratejik bir hedeftir. Eğer Brüksel daha fazla nazlanmaya devam ederse, Ankara’nın farklı stratejiler geliştirme potansiyeli her zaman mevcut bulunmaktadır.
Netice itibariyle, AB’nin son 10 yılına damgasını vuran Barroso’nun söylediğinin aksine, bu dönemde AB, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan başarısız olmuştur. Türkiye-AB ilişkileri açısından bakıldığında ise son 10 yılın birçok olumsuzlukları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımları sayesinde Kıbrıs Meselesi içinden çıkılmaz hale sokulmuş, katılım müzakere süreci AB’nin birtakım siyasi dayatmaları nedeniyle çok yavaş ilerlemiş, Gümrük Birliği Süreci Türkiye’ye zarar verir hale gelmiş ve nihayet Türkiye-AB Katılım Süreci “Kıbrıs ipoteği” altına alınmıştır. Velhasıl, AB’nin son 10 yıllık karnesi zayıf çıkmıştır. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den ve hem de AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır.