26 yıldır devam eden Eskişehir Türk Ocağı geleneksel Perşembe Sohbetleri’nin yeni sezonu “Güneyimizdeki Buhran Irak-Suriye” başlıklı konuyla başladı.Misafirimiz Osmangazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Cenap Çakmak düşüncelerini özetle aşağıdaki şekliyle aktardı:
Türkiye’nin Suriye politikası: Doğrular ve yanlışlar
Arap Baharı şablonuna pek uygunluk göstermeyen Suriye’deki kriz başlangıcından bugüne çok önemli bir değişim göstermiş durumda. Bu hızlı değişim de birçok şeyin öngörülememesini ve dolayısıyla etkin politikalar üretilememesini beraberinde getirdi. Çok sayıda değişkenin varlığı ve sürece dahil olan aktörlerin birbirinden çok farklı önceliklere sahip olması gibi nedenlerle Türkiye bugün Suriye krizi kaynaklı önemli problemlerle uğraşmak zorunda kalıyor.
Krizde ana merhaleler ve Türkiye’nin siyasi pozisyonu
Bilindiği gibi Suriye’deki kriz hemen hemen Tunus, Mısır ve Libya ile eş zamanlı olarak ortaya çıktı. İlk gösterilerde protestocuların belirgin bir talebinin olduğunu söylemek zordur. Elbette ki temel haklar ile ilgili dile getirilmiş taleplerden söz etmek mümkündür; ancak sistematik bir talebin ve kendi içinde buna uygun tutarlı bir siyasi duruşun eksikliği göze çarpmaktadır. Böylesine dağınık ve çerçevesi belirsiz tepki ve talepler karşısında Esed rejimi bekleneceği üzere duyarlı davranmamıştır. Buna ilaveten, Arap Baharı’nın bölgedeki etkisini dikkate alan yönetim sert önlemler almayı tercih etmiştir.
Bu aşamada Türkiye’nin duruşu son derece ılımlı, ahlaki ve ilkelidir. Türkiye Esed rejiminin halkın taleplerine cevap vermesi gerektiğini ifade etmiş ve bu çerçevede normatif bir temelde hareket etmiştir. Bu dönemde Türk dış politikası ABD ve diğer Batı devletlerinin yaklaşımı ile de örtüşmektedir. Mısır ve Libya’dakinin aksine Suriye’deki halk hareketlenmelerinde daha kararlı ve erken bir tutum benimseyen Türkiye’nin bu dönemdeki dış politikasında belirgin bir tutarlılık ve ahlakilik göze çarpmaktadır.
Giderek artan şiddete karşı Türkiye tutumunu biraz daha belirginleştirmiş ve Esed yönetimine reform yapması çağrısı yapmıştır. Dikkat edilirse bu aşamada Türkiye’nin politikasında Esed’in gitmesi bir hedef değildir. Türkiye Esed’in görevi bırakmasını değil reform yapmasını istemektedir. Fakat Esed yönetimi bu telkin ve çağrılara da cevap vermemiş ve artık yavaş yavaş belirmeye başlayan muhalif bloka karşı tutumunu daha da fazla sertleştirmiştir. ABD Esed’in reform niyeti ve kabiliyeti olmadığı sonucuna varmış ve Esed’in gitmesi gerektiğini ifade etmeye başlamıştır. Fakat Türkiye bu noktaya ABD’den sonra gelmiştir. Ne zaman ki Esed’in reform yapmayacağı ve şiddete son vermeyeceği kesin bir şekilde ortaya çıkmıştır, Türkiye o noktadan itibaren artık Esed rejiminin değişmesi gerektiği noktasına gelmiştir. Bu çerçevede muhalifleri birleştirmeye çalışmış ve Esed rejimine karşı bir uluslararası cephe oluşturmaya çalışmıştır.
Suriye’de muhaliflerin silahlı bir güç oluşturması ve bu silahlı gücün ülkede bazı yerleri kontrol altına alması ile birlikte ülkedeki kriz iç savaşa doğru evrilmiştir. Bu aslında bir siyasi tutum belirlenmesi açısından önemli bir kırılma noktasıdır. İç savaşta artık denk ve eşit olmasa da aynı kategoride değerlendirilecek iki ayrı güç vardır. Bu da ülkede yepyeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu yeni durumda iki taraf da artık belirli yükümlülükler ile sınırlıdır. Daha da önemlisi Esed yönetimi eskisine göre daha sağlam bir meşruiyet zeminine sahiptir. Ve yine Esed yönetimi eskisine göre şiddet ve zulmün dozunu azaltmıştır. Buna karşılık silahlı muhalif grupların da savaş suçu işledikleri güvenilir raporlar ile teyit edilmiştir.
Türkiye nerede hata yaptı?
Bu noktada Türkiye açısından durumu zorlaştıran iki önemli gerekçeden söz etmek mümkün. Birincisi, muhalif grupların şiddete artan bir biçimde ve terör nitelemesini haklı kılacak düzeyde başvurmaları. Muhalifler tarafından infaz edilen hükümet yanlısı milislerin görüntüleri, yine muhalif grupların yargısız infazları, mezhep kaygılarının ve önceliklerinin şu veya bu şekilde devreye girmesi normatif bir desteğin altını oyan ve bunu artık sürdürülemez hale getiren etkenlerin başında geliyor. Böylesi bir ortamda Türkiye gerek iç politikada gerekse de uluslararası arenada muhaliflerden yana net bir tutum benimsemek konusunda giderek daha fazla zorluk yaşıyor.İkinci önemli bir problem de artık Suriye’deki durumun tam bir iç savaş halini almış olması.
Adını Suriye iç savaşında artan etkinliği ve vahşeti ile duyuran ve Türkiye’nin Musul Konsolosluğu’nda görevli diplomat ve güvenlik güçlerini rehin alarak gündemin ana konusu haline gelen Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) zaten oldukça karmaşık olan bölge denklemini iyice içinden çıkılmaz hale getirdi.
Önce El-Kaide bağlantılı Irak İslam Devleti olarak ortaya çıkan, sonra da tarihi Irak-Şam (Levant) hattında bir şeriat devleti kurma amacı ile etkinliğini artıran örgüt, cihatçı ideolojisi ve militan devşirici ve mobilize etme gücü ile kısa sürede Suriye’de süregiden çatışmalarda ana aktörlerden biri haline geldi. Birçok genç için hayatının bir kısmını ya da tamamını silahlı mücadeleye adamak ve böylelikle “Allah’ın davasını” yüceltmek çok güçlü bir motif işlevi görüyor. Bu anlamda IŞİD ve benzeri örgütlere katılan ve onların çatısı altında savaşanlar açısından herhangi bir meşruiyet problemi bulunmuyor.
Şii ve Sünni kimlik ve vurgusu bölgede farklı grupların tercih ve eylemlerinde artık net bir şekilde gözlemlenebiliyor. Siyasi öncelikler bu aidiyetler üzerinde belirleniyor ve iki mezhep arasındaki çizgiler kalınlaşıyor. Yeni dönemde IŞİD ve diğer benzeri örgütler doğrudan Şii karşıtlığı üzerinden kendilerine bir misyon tanımlamış oldular. Belki yüzyıllardır var olan Şii-Sünni çatışma potansiyeli son yıllarda bir realite haline dönüşmüş durumda.
Amerikan işgali ile birlikte Irak’ın fiilen parçalanması ve Sünnilerden arındırılması,işgal sonrasında Şii ve Kürtlerin statülerinin yükseltilmesi bir öncelik olarak göze çarparken yıllar süren zulüm ve haksızlıklardan sorumlu tutulan Baas rejimi üzerinden Sünnilerin cezalandırılması IŞİD’i beslemiş, yerel destek güç kazanmıştır. Irak’ta Pandora’nın kutusunu açan Amerikan işgalinin kendisi başlı başına bir hatayken Irak’ın yeniden inşasında etnik ve mezhep kimliklerinin dikkate alınması, ama daha da önemlisi bu yapılırken bile Sünnilerin dışarıda bırakılması vahamet derecesinde bir hataydı denilebilir.
Türkiye açısından bakıldığında ise tablo çok parlak görünmüyor. Türkiye’nin artık istenmeyen bir komşusu var. Sıklıkla “bela” olarak işaret edilen IŞİD’in ortaya çıkmasında ya da etkin hale gelmesinde Türkiye’nin doğrudan katkısı olduğunu söylemek elbette haksızlık olur. Ancak maalesef özellikle Suriye’de IŞİD ve benzerlerinin ne türden sorunlara neden olacağı ile ilgili alınması gereken ilave tedbirler alınmadı. Türkiye’nin ulusal güvenliği gerek Irak’ın ve gerekse de Suriye’nin istikrar ve toprak bütünlüğü ile yakından ilişkili.
Konukların soru ve önerileriyle program sona erdi.