Her şehirde meslek grupları kendilerine ait bir çatı altında toplanırlardı. Böylece oluşan organizasyonlar bünyelerindeki meslek erbablarının hammadde temininde, diğer ihtiyaçların giderilmesinde, zuhur eden engellerin aşılmasında yardımcı olurlardı. Aynı zamanda o meslek grubunun disiplinini, geleneğinin devamını sağlar, hem de kalitesiz mal üretiminden toplumu korurlardı. Ahlaka aykırı rekabet yollarına başvurana karşı dürüst esnafın zarara uğramasını önlerdi. Bu birlikler sayesinde kunduradan hasıra kadar, imal edilen her şey belirli standartlara bağlanırdı. Söz konusu standartlardan bir kısmı ‘tavrı kadim’ ve ‘edeb-i kadim’ olarak nitelendirilen üretim teknikleriyle, bir kısmı da doğrudan doğruya üretilen eşyayla ilgiliydi. Mesela bir santimetrekarelik kumaşta kaç ilmik bulunması gerektiği tespit edilmişti. Kaliteye dikkat etmeyen zanaatkâr uyarılır; aynı yanlışı yapmaya devam eden, meslekten men edilirdi. Ham ve mamul madde fiyatları, standartları Ahi birlikleri tarafından belirlenmesine rağmen devlet de sürekli denetlerdi. Çıraklık, kalfalık, ustalık ancak bu düzen içinde elde edilirdi. Her zanaat grubu şeyh, kethüda, yiğitbaşı ve iki ehl-i hibreden müteşekkil bir lonca heyetine sahipti. Bu heyet o zanaat mensuplarının işlerine nezaret eder ve devletle işlerini düzenlerdi.
Medeniyetimizin diri olduğu dönemlerde kaderini bir başka kişinin insafına bırakmış kimse yoktu. Ekonomik hayat öylesine düzenlenirdi ki, herkes yarınlarına umut ve güvenle bakardı. Sağlıklı bir vücudun organları gibi çalışan bu muazzam sistemin en önemli unsuru sorumluluğunun farkında olan insandı. Otorite ve hürriyet öylesine meze olmuştu ki, her meslek erbabı hem devlet otoritesini hisseder hem de mesleğinin gerektirdiği hürriyetin tadını duyardı.
Medeniyet oluşturmuş Roma, Osmanlı gibi büyük imparatorluklara bakınca önyargısız davrandıklarını görürüz. “Benim kurumlarımla kimse boy ölçüşemez, ilmimiz doruk noktasını aşmıştır.” diyen, dünyaya gözlerini kapatır; böylece boğazına ölüm ipliğini atmış olur. Devamlı sahip olduklarını kötüleyenler ise millî özgüvenlerini yitirirler. Roma ve Osmanlı kendi değerlerinin şuurlarında bulundukları halde, gözlerini dışarıdan ayırmadılar. Nerede güzel, faydalı bir şey gördülerse, sosyal bünyeyi zedelemeden aldılar. Kendilerininkini hor görmedikleri için geliştirmenin de yollarını aradılar. Gün geldi bizde Batılılaşma, ideoloji haline dönüştü. Neyimiz varsa, hepsini paslı örgüler olarak gördük; onlardan kurtulup Batı’nın değer ve kurumlarını alınca yaşayacağımızı zannettik. Böylece kendi akıl ve tecrübemizi hayatımızdan attık. Şuursuz taklidin her şeyimizi kurutacağını unuttuk.
İdeoloji kalıp demektir; hayat ise her an kendini tazeler; hiçbir kalıpta ona yer bulunamaz. Kim ki hayatı kalıba dökerse, toplumun hürriyetini katleder. Oysa toplumun bünyesindeki değerler ancak hürriyet ortamında göğerirler. Nurettin Gemici, geçmişteki büyüklüğümüzün sebeplerini bize gösterirken, geleceğimizi de aydınlatıyor; yeter ki görebilen göze, düşünebilen beyne sahip olalım.
m.******@za***.tr Aralık 2010, Pazartesi