Yıldız’a yürüyerek gitmeye karar verdim; Barbaros Parkı’nda biraz dinlenip Yahya Kemal heykelinin kaidesine yeni sloganlar yazılıp yazılmadığını kontrol ettikten sonra yoluma devam ederdim. Fakat terleyeceğimi hissederek karar değiştirdim ve bir minibüse atlayıp Yıldız Sarayı’na dönen yolun başında indim. Tam o sırada başka bir partinin hemen yanımdan kâbus gibi geçip giden minibüsünün haykırdığı korkunç müzik, Yıldız Camii’nin minaresinden yükselen ikindi ezanına karıştı.
Serginin açılışına daha vardı, o halde IRCICA’da, Hidayet ağabeye uğrayabilirdim. Bu kurumda yıllardır Genel Direktör Yardımcısı olarak görev yapan Dr. Hidayet Nuhoğlu’ndan söz ediyorum. İSAM Kütüphanesi’ne ve yakın zamanlarda Mevlânâ Üniversitesi’ne binlerce kitap bağışlayan sevgili ağabeyim kelimenin asıl manasında bir bibliyofildir; IRCICA bürolarının bulunduğu Yaveran Kasrı’nın üst katındaki odasında, tavana kadar yükselen kitap yığınlarının arasında çalışıp durur.
Yaveran Kasrı’nda Hidayet ağabeyi ararken Ekmeleddin Bey’le karşılaştım; bir toplantı için Cidde’den bir günlüğüne kalkıp gelmiş. İslâm dünyasının en zor zamanlarında İslâm Konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliği gibi çok zor bir görevi üstlenen ve hayatı uçaklarda geçen aziz hocamız çok yorgun görünüyordu. Bir günlüğüne bile olsa, yıllarca emek verip prestijli bir kurum haline getirdiği IRCICA’nın huzurlu ortamında dostlarıyla buluşup memleket ahvaline dair konuşmak ona çok iyi geliyor.
Ekmel Bey’in, İstanbul’a gelişlerinde vakit bulursa, edebiyat, sanat ve kitap dünyasından haberler almak için aradığı dostlarından biriyim; fakat bu sefer aramamıştı. Hiç beklemediği bir anda beni karşısında bulunca sevindi ve ilk sözü “Tahir Efendi’nin camiiyle ilgileneceğim!” oldu. Yirmi gün kadar önce TRT Türk’te yayımlanan, benim Kosova şehirlerinde Mehmed Âkif’i anlattığım programı Cidde’de tesadüfen seyretmiş, Âkif’in babasının Suşitsa köyünde imamlık yaptığı, iç savaş sırasında Sırplar tarafından tahrip edilen camiin acıklı halini görünce üzülmüş. Fakat Ekmel Bey’in asıl üzüldüğü, Osmanlı dünyasında bilim konusundaki bütün kalıplaşmış kanaatleri yerle bir eden literatür tarihi çalışmalarının ve IRCICA’nın son yayını olan Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl adlı beş ciltlik biyografik eserin ilim ve fikir dünyamızda hiçbir yankı uyandırmamış olması…
On yıllık bir çalışma sonunda ortaya çıkan Süllemü’l-Vusûl, Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünun gibi Arapça yazdığı en önemli eserlerinden biri… Onca işinin arasında bu eserin editörlüğünü de yapan Ekmel Bey, “Kâtip Çelebi Yılı’nda” dedi, “Cihannüma’nın çeşitli kurumlar tarafından dünyanın parası harcanarak tıpkıbasımları yapıldı. Kayda değer başka çalışma yok; üzerinde daha önce hemen hiç çalışılmayan Süllemü’l-Vusûl dışında…”
Ekmel Bey epeyi dertliydi; bütün konuştuklarımızı anlatmak için bu sütun yeterli değil. Belki başka bir yazıda…
İBB Şehir Müzesi, Yaveran Kasrı’nın bitişiğinde… Önce Beyazıt Medresesi’nde, daha sonra Saraçhane’deki Gazanfer Ağa Medresesi’nde “Belediye Müzesi” adıyla yıllarca hizmet veren Şehir Müzesi, 1988 yılından beri Yıldız Sarayı’nın bu gözlerden ırak köşesinde… Koleksiyonlarında İstanbul şehir kültürünü yansıtan ve 18 ve 19. yüzyıllara ait nefis etnografik eserler yer alıyor. Mutlaka gezilmesi gereken, aynı zamanda zengin bir tablo koleksiyonuna sahip zarif bir müze…
Bu müzede, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin çeşitli bölümlerinden 1980 yılında mezun olan ve “İDGSA80” grubunu kuran sanatçıların İstanbul’u kendi sanatlarının diliyle yorumladıkları “İstanbul Yansımaları” sergisinin açılışına Ekmeleddin Bey’le birlikte katıldık ve kordelayı birlikte kestik. Bu, Müze yönetimi için tam bir sürpriz olmuştu.
Nasıl mı döndüm? Hidayet ağabey, sağolsun, baktı ki Ekmel Bey’in hediye ettiği beş ciltlik Süllemü’l-Vusûl’ü zor taşıyacağım, beni arabasıyla evime bıraktı. Böylece Beşiktaş ve Üsküdar’daki hoparlörler arası meydan savaşlarından kurtuldum. Kurtuldum ama, seçim yasakları başlayana kadar hâlimiz harap…
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1096