Kitapların dili de başkadır zaten. Bu sebeple kendi neslinden farklı bir dil konuştuğunu fark etmiş ve dolayısıyla kendisini yapayalnız, gurbette hissetmiştir. Bu gariplik hissi onu, Batı kültürünü(=irfanını ) ülke ülke, devir devir keşfe çıkan derin tecessüs sahibi kılmıştır. Böylece O, “Avrupa’nın bikr-i fikri ile Asya’nın akl-ı pîrâne”sini evlendirmek için uğraşmaya başlamıştır.
1960’a kadar onun fikir coğrafyasında Asya yoktur, sadece Avrupa vardır. Hint’in keşfi ona Asya’nın da kapısını aralar. Ona göre “Hint, bütün inançlara söz hakkı tanır.” Çağdaş Avrupa, en aydınlık taraflarıyla Hint’in devamıdır. O, bu münasebetle şunu da fark etmiştir: Asya Avrupalılaşırken, Avrupa Asyalaşıyor. Bu tespitten sonra o, çağdaşlarına şöyle haykırır: “Batıyla Doğu, insan beyninin iki yarım küresidir.”
Cemil Meriç Hind ile ilgili kitabını yazarken tek bir amaç taşıyordu: Asya’nın büyüklüğünü haykırmak. O, bu yıllarda kendi toplumsal misyonunu sorgulamaya devam etmektedir. Kendisini bir tarikatın, bir grubun sözcüsü olarak görmemekte, ilan edecek hazır bir formülü olmadığını söylemektedir.
Düşünmek ve düşünce adamı: Onun nazarında düşünmek, hele insan üzerinde düşünmek, bilhassa yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur. Düşünce adamı, bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden ve partiden emir almaz; ama bir devrin şuuru olmak zorundadır. O, tarihe ve içinde yaşadığı topluma angajedir. Kalabalıkları aydınlatmak, yalanların maskesini yırtmak, düşünürün başlıca vazifesidir. Cemil Meriç, siyaset ve aksiyon adamlarının fikir adamlarını küçümsemelerini, onların en zayıf tarafları olarak tespit eder. Bu tespite dayanarak, nazariye ile aksiyon, beyin ile kollar, el ele vermedikçe toplum sıhhate kavuşamaz, der.
Cemil Meriç, 1967’den itibaren Hisar, Pınar ve Yeni İnsangibi dergilerde yazılar yazmaya başlar. Her yazısı, âdeta bir tokmak gibi okuyanların beyninde patlar. Zihinlerdeki yerleşik peşin hükümler, kalplerdeki tortulaşmış inançlar alt üst olur. Onların yerine yeni ve doğru bilgiler ve fikirler yerleşmeye başlar. Âdeta her cümlesi okuyucunun kafasında yeni ufuklar açar. Bunda onun kavramlarla savaşmasının derin rolü vardır. Çünkü o, yerleşik Doğu, Batı, medeniyet, kültür, akıl, insan, madde, milliyet, sosyalizm gibi pek çok kavramı masaya yatırır; onları ameliyat eder; kurtarabilirse kurtarır, kurtaramazsa defneder. O, mutlaka kelimelerin pasaportuna bakar. Hangileri nereden gelmiş, kimler onları nasıl ve nerede kullanmış, bu kullanışlarda hangi yeni mânâları kazanmış? O, bütün bunları irdeler. Cemil Meriç, kendi ifadesiyle, hiçbir zaman sağda veya solda olmamış, bunlardan hareket etmemiş, zıt kutupların birbirlerini tamamladığına inanan bir düşünür olmuştur.
Metodu ve üslûbu: Cemil Meriç, üslûbu olan bir yazardır. Fikirlerinin tesirli olmasında bu üslûbun payı büyüktür. O, üslûbu sayesinde fikirlerini kolayca ve tesirli bir şekilde ifade edebilmiştir. Onun üslûbunda göze çarpan en önemli özellik, farklı cümleler kullanabilmesidir. O, önce iki bölüm hâlinde düşünür; ilk bölümde belli bir fikri ortaya koyan, fikri tartışma zeminine çeken bir hüküm ifadesine yer verir. Sonra onu tamamlayıcı yan cümleciği getirir. Cemil Meriç, bu sebeple “Kamus (=büyük sözlük), bir milletin hafızası yani kendisidir; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.” diye düşünür. Kamusu namusla bir tutan Cemil Meriç, bir milletin dilini de milletin kendisi, bütün mazisi ve istikbaliyle mefahiri olarak niteler. Kamusa ve onun taşıdığı dile bu gözle bakan bir kimse, kelimeler ve kavramlar üzerinde de elbette duracaktır. Bu bakımdan o fikir hayatımızı “mefhumların kâh gülünç kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu”na benzetir. “Bu mefhumlar, nereden geliyor, bilmiyoruz ve tanımıyoruz, onlar kalabalığa yüzünü göstermeyen Firavunlar gibidir. Kavga, ona göre insanla kelimeler arasındadır.” İnsanla kelimeler ve mefhumlar arasında bir kavga cereyan ediyor ise, aydınların görevi, kelimeleri ve kavramları berraklaştırmak, çoğunluğun kabul edebileceği bir zemine oturtmaktır. Hâlbuki aydınlarımız bunları “ehramlara taşıyan köleler” durumundalar. O, toprağımızda doğmayan kelimeleri, en tehlikeli kelimeler olarak görür (Bu Ülke, Ötüken, 1975, s.11). Cemil Meriç istiyor ki, aydınlarımız, ilim ve fikir adamlarımız, insanımızın şuurunda bir kıvılcım tutuşturabilsin. Bir fecir veya bir yangın parıldatabilsin.
Cemil Meriç’in fikirlerini tespit edebilmek için bazı kavramlara yüklediği mânâları iyi bilmek gerekir. Önce kültür ve irfankavramlarına bir göz atalım:
Kültür: Kültür kavramı, Cemil Meriç’in en çok üzerinde durduğu kavramdır, denebilir. Çünkü “İrfanım tabiiyet değiştirdi” diyenlerin karşısında kendi irfanını arayıp bulmak emelindedir. Kültür, ona göre hayatın bir “kalıbı”, Batı’nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerdendir. Cemil Meriç onu kaypak, karanlık ve samimiyetsiz bulur. “Kültür, bir tutkudur, bütün varlığımızı ilgilendiren bir davranış, insana inanış, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Kısaca bir sevgidir kültür” (Umrandan Uygarlığa, Ötüken, 1974, s.88-89). Kültürü bir sevgiye ve tutkuya bağlayan ve bir sorumluluk yükleyen düşünürümüz, bu tutkunun millete mal olmasını ister; kültür sayesinde insanların acılarını yenebileceklerini ve hayatlarını yüceltebileceklerini, bugünü maziyle zenginleştirebileceklerini, maziyi istikbale böyle bağlayabileceklerini ifade eder. Fakat O, kültür her iklimde gelişmeyeceği için onun irfanın büyülü ortamına girmesini ve onun hizmetinde kalmasını ister.
İrfan kavramını Cemil Meriç, kültürün mukabili olarak kullanır. Peki neden bu kavramı tercih ediyor? Bundan ne anlıyor? İrfan kavramı, kapsamı çok geniş bir kavramdır. “Düşüncenin bütün ufuklarını kucaklayan bir kelimedir. İrfan, insanoğlunun hasbahçesi”dir. İrfan, Batı entelijansiyasının “gnose” dediği “ilm-i ledün”(=ilahî alem bilgisi)dür. O, karanlıkları aydınlığa boğan bir şimşek, yarı ilham, yarı seziştir. Cemil Meriç’in irfanı ayırmaz, bölmez, birleştirir. İrfan bahçesinde kinler susar, anlaşmazlıklar sona erer. İrfanın başka meziyetleri yok mudur? Olmaz olur mu? İrfan önce kendini tanımakla olur. Kendini tanıyan peşin hükümlerden kurtulur, tecessüsü madde dünyasına “çivilemez”, zekâyı zirvelere “kanatlandırır”. Daha da mühimi, irfanın uzun ve çileli bir “nefis terbiyesi” olmasıdır. Hani Necip Fazıl, “Yetiş ey zorlu nefis muhasebesi” diyor ya, öyle bir şey! Tabiî buradan çıkan netice, bilginin insanı oldurması, yani amelle ilmin “taçlanması”. İrfan, nefis terbiyesindeki acılı ve ıstıraplı cehitle gerçekleşir. İrfan bir bütünü, “dinî” ve “dünyevî” diye ikiye ayırmaz. O, “hem ilim, hem edeb, hem iman”dır Buna mukabil “kültür, katı, fakir ve tek buutlu(=boyutlu)”, “homo ekonomikisun kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal”dır (Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, İstanbul ,1986, s.11).
Cemil Meriç, uzun süre kültürün hizmetinde yaşamışken, irfanın büyüleyici manevî dünyasına göç edip oradan bize has meyveler derer. İrfanın bulunduğu yer Batı’nın medeniyeti (=civilisation) değil, Doğu’nun “Umran”ıdır. Çünkü umran kelimesi, daha kapsamlı, daha anlamlı ve üstelik mazisi olan bir kelime olup kültürü ve medeniyeti de kucaklar. O, İslâm kadar köklüdür. Umran tarihi ve insanı içinde barındırır. Demek ki üstad, medeniyet tabirini de köksüz bulmakta, onu Batı’nın gizli emellerini güzel göstererek pazarlamaya yarayan bir şal bir örtü olarak görmektedir. Medeniyet yerine İbn Haldun’un “Umran”nını tercih edişi de bundandır. O, bütünüyle her şeyi kucaklayan bir kelimedir.
Cemil Meriç, bu irfan tabiriyle, bir terkibe gitmek istiyor. Ama bu terkipte irfan yalnız kalıyor, zira âdeta kültürü tard ediyor. O zaman Batı, bir “antitez olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor. Batı, ilahî olanın yerine beşerî olanı, beşerî olanın yerine de maddî olanı geçirmiştir. Bundan dolayı yıkılış içindedir. Batı hür düşüncenin vatanı ise, zaman zaman Doğu Batı olmuştur. Doğu, büyük yaratıcılar ülkesidir. Bütün büyük dinler ve temsilcileri Doğu’dan çıkmıştır. Batı, materyalist felsefeye dalıp çıkamamıştır. “
Cemil Meriç, bunları ayıramıyor ama maddeciliğe karşı sağlam bir tavrı ve duruşu var.
Cemil Meriç’e göre maddecilik, Kilise karşıtı Batı için “arz-ı mev’ud”(=Yahudilik’teki vaat edilmiş topraklar), yükselen burjuvazinin kavga silahıdır. “Maddecilik, kalıplaşmış bir düşünce yani bir nass. İspat edilmesi gereken bir faraziye.”(Bu Ülke, s. 93).
Üstad, bilimin maddeci olduğu iddialarına da karşı. Onun nazarında maddecilik, “Hakikatte lâftır. İnsanı yok etmektir.” O, maddeciliğin bilim olduğu iddiasını, 18. asır burjuvazi sınıfının ispata muhtaç bir sloganı olarak görür. Çünkü “İlim, gerçeği bölerek anlamaya çalışan, sınırlı olmaya mahkûm bir tecessüs. Karanlık bir ormanda dolaştırılan çıra” diye gerekçelendirir. Bu bilim çırası, “materyalizm ve idealizm gibi küstah ve bütüncü nazariyelerin dünyasına sokulmamalıdır” diye de ilâve eder.
Cemil Meriç, bizim “pratik materyalizm” dediğimiz günlük hayattaki menfaatçi, çıkarcı maddecilik ile felsefî maddeciliği dikkatle ayırmanın lüzumunu hatırlatır. Bu günlük maddecilik veya materyalizm, “Mukaddesi olmayan, dâvâsı olmayan, bir fikir uğrunda fedâkârlık yapmak zevkini tatmayan bedbaht.” Felsefî maddecilik ise “Ruhun da kuvvetin de maddenin bir unsuru olduğunu kabul eden doktrin.” Üstad, mekanik maddeciliğin insanı hiçbir yere bağlamadığını, hiçbir uzantısı olmadığını, gökyüzünün boş olduğuna inandığını söyledikten sonra, maddeciliğin Türkiye’deki yansımasını şöyle tespit eder: “Türkiye’de mekanik materyalizm, bir nevi kompradorluktur, hepsi memur aristokrasisine mensuptur. Kitleden, kalabalıktan kopuştur, yani sağcılıktır, materyalizm. Batı’nın istediği insan tipi olmaktır.” (Sosyoloji Notları, s.171). birbirinin “tezi ve antitezi” durumunda olan Spiritüalizm ile materyalizmin “tezle antitez gibi birbirlerini tamamlar” özelliğine sahip olduğunu söyler. Felsefenin ve tarihin bu iki akımı birbirinin zıddıdır, bunları barıştırmak adeta imkansızdır. Çünkü biri maddeyi temele alırken diğeri ruhu temele koymaktadır. Cemil Meriç’in dediği gibi, hür düşünmek ve bütün düşüncelerin bilinmesi adına bunlar birbirini tamamlayabilir mi? Tezle antitez birbirini tamamlayarak bir bütün teşkil eder mi, yoksa birbirleriyle diyalektik gereği çarpışmaya devam mı ederler veya bu çarpışmadan yeni bir sentez çıkar mı? Hegel’in ve Marx’ın diyalektiğinden şimdiye kadar sadece kavga, çatışma, isyan, ihtilal ve büyük savaşlar çıktı. Buna rağmen Cemil Meriç, Descartes gibi bütün bilgilerimizin akıl muhakemesinden geçirmenin lüzumunu belirtir. Maddeciliğin özelliği, “insanı yok etmek” olunca, Cemil Meriç, “İnsan, ruhundaki sonsuz iştiyakını nasıl karşılayabilir?” diye sormadan kendini alamaz. Bu soru, her iki akımı ayıran en temel sorudur.