Romancı, kültür ve fikir adamı olan Peyami Safa aynı zamanda eşi menendi bulunmayan köşe ve başmakale yazarıydı. Bir gazeteden diğerine geçti mi, on binlerce okuyucu onu takip ediyordu; bu sırada tirajı en yüksek olan gazetenin satışı yüz bini bulmuyordu. Bir eski tüfek profesör hatıralarında; “Peyami’yi ikna edebilseydik, Türkiye’yi komünist yapardık” diyor. O dönemin gazete koleksiyonlarını karıştıranlar Peyami Safa’nın tek başına, çağın bütün silahlarıyla donanmış bir zümre ile mücadelesine şahit olur. Adeta Don Kişot’un değirmenlerle savaşına benziyordu; inanılması güç, ama kazandı; ülkemiz komünist olmadı. Onların uzantıları hâlâ kültür hayatımıza hakim oldukları için, intikam hırsı güderek Fransızların tabiriyle Peyami Safa’nın üzerine “sükût külü” dökmekle meşguller. Hiç düşünmüyorlar ki ülkemiz komünist olsaydı, ne hale gelirdi; kaça bölünürdü. Arap petrollerine el atan Sovyet Rusya’yı hangi kuvvet yıkacaktı?
Kim ne derse desin Peyami Safa “Fatih-Harbiye”, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, “Yalnızız” gibi pek çok eseriyle zirve romancımızdır. Otobiyografik özelliği olan “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” için Marksist bir gazeteci şunu yazmıştı: “İdeolojik sebeplerden dolayı biz söylemiyoruz, ama “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” dünyada yazılmış üç romandan biridir.”
Henüz gençlik çağına gelmemiş bir çocuk bacak kemiğinden rahatsızdır. Babası ölmüş çocuğun tek dayanağı annesidir. Romanda pek belli olmuyor ama annesi geçim sıkıntısından dolayı oğlunun yanında devamlı bulunamıyor; hastane kapılarında sıra beklerken, röntgen çektirmek, tahlil yaptırmak için oradan oraya giderken kahramanımızın acıları kat be kat artar. Yedi yıl hastanelerde süründükten sonra bacağının kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Bu haberi doktordan duyunca, ruhi durumunu, bacaksız halini hayal edip anlatırken insanın yüreği delik deşik oluyor. Okuyucu sanki kendi bacağının kesileceğini zannediyor. Fakat bacağını muayene eden bir operatör şunu söylüyor: “Durum iyi değil, ama bacak kesmek kolay, baltayı eline alan bu işi yapabilir, hekimlik ise kemik veremi teşhisi konmuş bu bacağı kurtarmaktır.” Sonra merhamet dolu bakışlarını hastaya çevirir; sesi de iyimser değildir: “Birkaç ameliyat gerekebilir; dayanabilir misin?” diye sorar. Hastamız bacağını kaybetmemek ümidiyle “Dayanırım” der.
“Ağaçların bile sağlıklı oluşuna” imrendiğini belirten kahramanımızın durumu sağlıklı insanlarla mukayese edilince daha net bir şekilde karşımıza çıkacaktır. Uzaktan akraba olan emekli bir paşanın kızı olduğunu anladığımız Nüzhet’in sağlıklı oluşu kahramanımızın durumunu feci şekilde önümüze seriyor. O sırada kahramanımızın düçar olduğu kemik veremi hastalığının tedavisi yok; temiz hava, bol gıdadan medet umulmaktadır. Nüzhetler bağlık bahçelik, havadar Erenköy’de oturmaktadırlar; emekli paşa, akıllı olduğu için kahramanımızı sever; aldırdığı cinayet romanlarını ona okutup dinler. Kahramanımız pek çok gününü akrabalarının evinde geçirir; Nüzhet ile aralarında sevgi kıvılcımlanır. Kahramanımız Nüzhet’in kendisinden dört yaş büyük olmasının, hastalığının da şuurundadır; ne çare ki gönül ferman dinlemez. Bu dönemde Doktor Ragıp, Nüzhet’e talip olur; Nüzhet’le evlenip mesleği icabı Berlin’e gitmek ister. Tabii o zamanlar Avrupa, yalan dünyanın cenneti olarak telakki edilmektedir. Nüzhet’in annesi, aradaki yaş farkına rağmen Doktor Ragıp’ı iyi bir kısmet olarak görür. Nüzhet ise fazla istekli değildir. Annesi, Nüzhet ile kahramanımız arasında bir gönül ilişkisi olabileceğini sezer. Veremin bulaşıcı bir hastalık olduğunu, yakınlık göstermemesi gerektiğini sert bir dille kızına anlatırken kahramanımız bunları duyar ve artık Nüzhetler’de kalamayacağını anlar.
Bacağının kurtulması ümidiyle ameliyatlar dönemi başlar. Hastane köşelerinde yalnız kalmak ne kötü! Gariplik, acıları çekilmez hale getirir. Bir gün kahramanımız eve gelir; annesi evde yoktur; fakat ıslak, buruşuk mendilini görür; ağlamış olduğunu anlar. Acılarla olgunlaşan kahramanımız, çektiklerini annesine pek belli etmek istemez, annesi de duyduğu ızdırapları oğlundan gizler. Ah anneler; onlardaki yüreği anne olmayan bilmez; ancak Peyami Safa gibi bir dâhi sezer ve anlatır.
Kültür adamı, romancı olmak isteyen gençlerimiz Peyami Safa külliyatını ellerinin altında bulundurmalı, her fırsatta okumalıdırlar. Gerek üslup, gerekse roman tekniği bakımından “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” mükemmel bir eserdir. Peyami Safa’nın bu toprağın çocuğu olması, dilimizde bize hitap etmesi milletimiz için bir şanstır. Ondan yararlanmamak güneşin değerini idrak etmemektir.