Bilim kurgu bazen maksadı düz anlatımdan daha iyi açıklar. Deneyeyim… Gerçek olaylar normal dizilmiş; kurgu, italik verilmiştir:

“Yunan taarruzu, 10 Temmuz 1921 günü İnönü-Eskişehir, Afyon ve Kütahya hattında geniş bir cephede başladı. Türk kuvvetleri üstün Yunan gücü karşısında başarılı olamıyordu. İki hafta içinde Sakarya Irmağı’nın doğusuna kadar çekildik. Mustafa Kemal Paşa, durumu şöyle özetledi: “Birliklerimizi toplayarak düşmanla kendi aramızda büyük bir mesafe bırakmak gerekmektedir, böylelikle düşmanı hem ana karargâhlarından uzaklaştırmış hem de dağılan ve durumu kötü olan birliklerimize büyük bir zaman kazandırmış oluruz.”

25 Temmuz 1921 akşamı Türk ordusunun büyük kısmı, Sakarya’nın doğusuna çekilmişti.

1 Ağustos günü Mustafa Kemal Paşa’nın ateşi birdenbire yükseldi. Hiç bir tedavi fayda etmedi ve 4 Ağustos’ta hayata gözlerini yumdu. Paşa’nın kaybı, neredeyse tamamen ona odaklanmış Meclis mensuplarını derinden etkiledi. Muhalefet bir anda sustu ve Mustafa Kemal taraftarları duruma bütünüyle hâkim oldular.

23 Ağustos’ta Yunan kuvvetleri Sakarya boyunca yeniden genel taarruza başlayınca bir hafta önce Meclis’te, Mehmet Efendi’nin konuşmasında açıkladığı strateji uygulandı: “O halde şimdi bize düşen, Anafartalar Kahramanı’nın daha mürekkebi kurumamış sözleridir. Birliklerimizi toplarlamak üzre en az yüz kilometre geri çekilmeli ve zaman kazanmalıyız.”

Öyle yapıldı. Yunan kuvvetleri, ciddî bir direnişle karşılaşmadan Ankara’ya ilerledi. Yunanistan’la aramızdaki, bugünkü sınır, Yozgat-Konya hattı, bu çekilmeden bir yıl sonra gerçekleşen barış antlaşmasında belirlendi.


‘Nasıl’ın ve ‘niçin’in bilgisi

Çok şükür böyle bir felâketle karşılaşmadık. Yukarıdaki italikleri gerçekle değiştirip devam edelim ama yeni kurguyu da italiklemeyi ihmal etmeyelim:

23 Ağustos günü Yunan kuvvetleri Sakarya boyunca genel taarruza geçti. 22 gün süren meydan muharebesinde Türk hatları zaman zaman kırılıyordu. O günlerin savaş stratejisi teorisine göre 1) savunma coğrafya engellerine göre düzenlenirdi; 2) bir hat kırıldığında, cephenin boyuyla orantılı bir uzaklığa çekilinir ve yeni savunma hattı kurulurdu. Mustafa Kemal, Yunan hücumunun gücünü kaybedeceğini hesaplayarak bu teorinin hemen hemen tersini uyguladı. Muhakkak ki 1918 taarruzunda Batı Cephesi’ndeki Alman kuvvetlerinin hücum içinde tükenmelerini de hatırlıyordu. Yıpratma stratejisini şöyle açıkladı: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh da bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terkedilemez.”

Beklediği gibi, Yunan saldırısının gücü, takvim ilerledikçe tükendi. Sakarya’yı geçtikleri noktalarda, Türk birlikleri hemen önlerinde tekrar cephe teşkil ettikçe, şimdi arkalarında kalan nehir, kırdıkları bir doğal savunma mevzii olmaktan çıkıp kaçışı engelleyecek bir tehdit haline geldi. Türk ordusunun karşı taarruzu önünde zorlukla geri çekildiler. 13 Eylül günü, Sakarya doğusunda Yunan kuvveti kalmamış, Yunan kayıpları 49 000’e varmıştı.

Mustafa Kemal, arkadaşlarının daha tedbirli davranması gerektiği ikazlarına rağmen zaman zaman ateş hattına kadar yaklaşıyordu. Savaşın son günü, öldü sanılan yaralı bir Yunan subayının açtığı ateş sonucunda şehid oldu.

Kazanılan zafer ve başkumandanın şehadeti Meclis’i derinden sarstı. Vekiller, şehit kahramanın hatırası etrafında kenetlendiler. Artık bütün meclis, Kemalci idi.

Geçen her ay Türk ordusu gücünü arttırıyordu. Yunanistan, Sakarya öncesinde varabileceği en güçlü noktaya varmış, yenilgi ile morali ve kuvveti eksilmeye başlamıştı. Artık Türk taarruzunun zamanıydı. Taarruzun stratejisini de şehit komutan çizmişti: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.” Öyleyse, bir hattan değil, bütün satıhtan taarruza geçileceği açıktı. Askerlik kitapları, saldırının müdafaanın en az üç misli kuvvetle yapılacağını yazsa da… Mustafa Kemal değil miydi, o teorilerin terkedilmesi gerektiğini söyleyen!

26 Ağustos sabahı günün ilk ışıklarıyla Türk taarruzu bütün cephelerden başladı. Fakat bir yıldır takviye edilen, dikenli tellerle donatılan Yunan mevzilerini aşmak mümkün olmadı. Her iki taraf büyük kayıplar verdi. Nihayet, dört hafta süren muharebelerden sonra, Sakarya nehriyle belirlenen bugünkü Türk- Yunan sınırı esas alınarak mütareke imzalandı.

Yine çok şükür bu felaket de başımıza gelmedi. Mustafa Kemal, Sakarya’daki stratejinin tam tersini uyguladı. Türk kuvvetleri, gizlilik içinde, Konya- Afyon demiryolu hattının güneyine toplandı. Birlikler daha çok gece yürüyüşleri ile yer değiştiriyor, gündüz yürüyüşlerinde, düşmanın keşif uçaklarının sesi duyulursa geriye dönüp ters yöne gidildiği izlenimi veriliyordu. Cephenin diğer kısımlarını boş bırakma riski bile göze alınarak bu kaydırma gerçekleşti. 26 Ağustos 1922 sabahı başlayan taarruzda, vurulan noktada Türk kuvvetleri, savunmadaki Yunan kuvvetlerinden kat kat üstündü. Kısa sürede Yunan cephesi kırıldı. Yunan ordusunun önemli unsurları Dumlupınar’da meydan muharebesine mecbur ve mağlup edildi.

Bu acı bilim kurgu hikâyelerinde fertler kadar fikir grupları ve milletler için de geçerli ilkeleri gözleyebiliriz.

Başarı için “şu durumda şu yapılır” reçeteleri yetersizdir. Reçetelere, “nasıl bilgisi” diyelim. Hani teknolojide “know-how” denilen bilgi… İlmihal gibi bir şey. Ama etkili çözümler için reçetelerin gerekçesi de bilinmelidir. Sebep- sonuç bağlantılarına hâkim olunmalıdır. Buna “niçin bilgisi” diyebiliriz.

İcra sorumluluğunu yüklenmiş insanın hem nasıl, hem niçin bilgisine hâkimiyeti gerekir. Kendisi tecrübeli olmalıdır. Zeki insan hayat boyu elde ettiği başarı ve başarısızlıkları hafızasında tutar. Buna tecrübe diyoruz. Fakat bu yeterli değildir. Akıllı insan başkalarının başarı ve başarısızlıklarından da ders almıştır. Hafıza: Kendi hafızası, geçmiş nesillerin hafızası, insanlığın hafızası… Muhafazakârlık, zaman ve mekânı kavrayan bu hafızayı edinmek ve ona dayanmaktır.

Atatürk’te bu şartların tamamının bulunduğu görülüyor. Başkomutanın Trablus’tan Çanakkale’ye uzanan askerî tecrübe ve birikimini biliyoruz. Ya teorik birikim?

Objektif durum muhakemesi

“Nutuk”ta, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” stratejisi şöyle açıklanıyor: “Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği nazariyesini çürütmek için memleket müdafaasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnerek şiddet göstermeyi faideli ve müessir buldum.” Burada, şartların birikime dayanan objektif değerlendirmesinden sonra vardığı sonucu arkadaşlarına izah ve onları da kendisi kadar inandırmak için girişilen ikna faaliyetini, yönetici Mustafa Kemal’i izliyoruz. Başkomutanken bile ikna ederek yürüyen bir yöneticiyi…

Yine Nutuk’ta, millî mücadelenin başında, kamuoyuna henüz genel seferberliğe hazır olmadığı belirtilmekte. Yunan milletinin ise bunu başarıp bütün gücüyle harbe katıldığı için Eskişehir ve Kütahya’da kazandığı anlatılmaktadır. Öfke yoktur, kızgınlık yoktur, mazeret yoktur. Objektif durum muhakemesi vardır. Daha sonra, “Bildiğiniz gibi savaş ve muharebe demek; iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin, bütün varlıklarıyla, bütün maddî ve manevî kuvvetleriyle, biri biriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir.” ifadesinde Clausewitz’e, yani klasik strateji bilimine hâkimiyeti anlaşılmaktadır. Nihayet, gelecekteki harplerin “topyekûn harb” olacağına işaret edilmektedir. Bu tespitlerin dünya siyaset ve askerlik kamuoyunda yaygınlaşması ancak İkinci Dünya Harbi’ne doğru gerçekleşmiştir. Aslında ki bu fikirlerin “bildiğiniz gibi” diye ifade edilebilir hale gelmesine daha yıllar vardır.

Atatürk, Atatürkçü olamayacak kadar askerlik ve siyaset bilimine hâkimdi.

İyi ki de öyleydi. Çünkü harpte de ekonomik ve siyasî rekabette de “yeterli bilgi” kâfi değildir. Rakipten daha yüksek bir hâkimiyet, birikim ve ustalık gerekir. Nasılı kadar niçinini de bilmek gerekir.

Şimdi anlatacağım olayda, kurgu yoktur.

Kur’an’da, en çok vurgulanan, namazla birlikte sık sık emredilen farz, zekâttır. Toplanan zekâtın kimlere dağıtılacağı Tevbe suresinin 60’ıncı ayetinde belirtilmiştir: “Sadakalar/zekât malları Allah’tan bir farz olarak yalnız şunlar içindir: Fakirler, düşkünler, sadakalarla ilgilenmeye memur edilenler, kalpleri yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlar, özgürlüğünü yitirmiş olanlar, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmış kişi. Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.”

Bu listede tarif edilen, “kalpleri (İslâmiyet’e) yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlar” belirli birkaç aşiretti ve onlara Hazreti Peygamber ve Hazreti Ebu Bekir zamanında zekâttan pay verildi. Hazreti Ömer’e kadar. Ömer, bu uygulamayı kaldırdı. Yıllardır zekât alan “kalpleri ısındırılacaklar” ayeti hatırlatarak itiraz ettiler. Ömer’in cevabı şöyleydi: “O ayet indiğinde, Müslümanlar güçsüzdü. Şimdi durum değişmiştir. Allah, Müslümanları güçlü kılmıştır. Artık zekâtla sizin düşmanlığınızı soğutmaya ihtiyacımız yoktur. Siz de bütün Müslümanlar gibi davranırsınız. Aksi takdirde aramızda kılıç vardır!”

Hazreti Ömer, bu davranışıyla, belirsiz bir söylentinin, pek de yaygın olmayan bir âdetin değil, hatta bir hadisin değil, Kur’an’ın peygamber ve kendinden önceki halife tarafından uygulanagelmiş açık hükmünün, mevcut şartlarda artık uygulanmayacağını söylemektedir. Bu cesareti şüphesiz ki işin aslını ve “niçin”i de iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an âyetleri için bu “niçin”e, “sebeb-i nüzul: iniş sebebi” diyoruz.

Hazreti Ömer İslâmiyet’e hâkimdir; Müslümanlıkta ve yöneticilikte, Selefî-Vahabî olamayacak kadar geniş bir birikim sahibidir.

Milletler de, fertler de, her geçen gün rekabetin arttığı bir dünyada yaşıyor. Bu yarışta geri düşmemek için birikim şarttır. İsterseniz milletler için “birikim” yerine “kültür” kelimesini kullanın. Yalnız kendi birikimimize değil, dünyanın birikimine de ulaşmak; nasıl kadar niçine de hâkim olmak zorundayız.

Devir innovasyon devri

Ancak bu seviyede bir birikimle, bu derece kapsamlı bir hafıza ile öne geçilir. Bu tek insan için de, bir camia için de bir millet için de böyle.

Öne nasıl geçilir? Yenilikle… Tek kişi veya bir şirket için yeniliğe “innovasyon” deniyor. Milletler için bu, sürekli daha iyiye, daha güçlüye giden bir gelişmeciliktir. Mevcutla yetinmemek, her davranış ve her kurum için “niçin böyle?”, “daha iyi nasıl olabilir?” sorularını devamlı sormakla… Yoksa mevcudu zaten herkes bilmekte ve rakipleriniz de mevcudu uygulamaktadır. Öne geçmenin yolu onlardan daha iyisini yapmaktır. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” işte böyle bir yeniliktir. Kalbi ısındırılacaklara zekât verme gereğinin kalmadığının ilânı da…

Yeniliği yapabilmek için temeli kavramak ve birikim, yani muhafazakârlık, yani ilkelerin ve asılların hafızası gerekiyor. Hem zamanın, hem mekânın hafızası. Zamanın hafızasından, geçmişi bilmeyi; mekânın hafızasından, günümüz dünyasında olup biteni bilmeyi kastediyorum.

Yeniliğe ancak muhafazakârların ruhsatı vardır.