Levis (Geoffrey Lewis)’e göre Türkçe, bir asır önce İngilizceyle beraber, dünyanın iki büyük dilinden biri hâline gelmişti.
Bu demekti ki, Arapça gibi, Kuran’ın indirildiği din olmak yanında büyük bir edebiyata sahip muazzam bir dili geride bırakmıştı.
Bu demekti ki, Fransızca gibi yüzyıllarca büyük bir disiplinle işlenen dilden de öndeydi. Balzak’ın, Hügo’nun, Bodler’in dili, 19. Asrın sonlarında dünyanın diplomasi dili unvanını da çoktan kazanmış olmasına rağmen böyleydi.
Bu demekti ki, Göte’yi, Şiller’i, Rilke’yi yetiştirmiş Almanca da Türkçenin arkasından geliyordu. 18 ve 19. Yüzyıllarda dünya düşünce tarihînin zirveleri, müziğin ulaşılmaz isimleri de Almanlardan çıkmıştı ve büyük gelenek devam ediyordu. Dünyayı sarsan bu dehalara rağmen, çok yönlü gelişmişlik ve her şeyi ifade etmek bakımından dilleri Türkçenin gerisinde sıra bulabiliyordu.
Müzik dili İtalyanca ve dünyanın birinci şiir dili Farsça ise, büsbütün gerideydi.
Bir daha tekrarlayalım: Levis, dil inkılâbını tahlil ettiği Trajik Başarı’da kesin bir dille ifade eder ve der ki: 20. Asrın başında, Türkçe, dünyanın en büyük iki büyük dilinden biriydi.
Levis bu görüşünde yalnız değildir. Aynı keskinlik ve kesinlikte olmasa da, Türkçeyle uğraşan batılı Türkolog ve şarkiyatçıların önemli bir kısmı bu fikre yaklaşan tespitlerde bulunmuşlardır. Bang, Eberhard, Jan Döni, Titse, Brokelman,Lüvi Bazen, -Türkçenin lügatini de hazırlayan- Redaus ve daha pek çok büyük ismin bu fikri destekleyen ifâdeleri vardır.
Levis’ten önce ve sonra, içine düşürüldüğümüz dil deviriciliği cinnetinden hareketle pek çok Türk âlimi ve edîbi de içleri yanarak canına kastedilen Türkçenin güzelliğini ve büyüklüğünü söylediler. Konunun dünya çapındaki en büyük otoritelerinden Fuad Köprülü âdeta ortak görüşü söyler.
Uydurmacılığın tahribatı
Köprülü, uydurmacılığın ve dilde tasfiyenin hız kazandığı bir merhalede, sarsıcı cümlelerle uyarıyor ve şöyle diyordu: “Asırlarca işlene işlene nihayet şu son kırk yıl içinde bugünkü Arapça ve Acemceden çok ileri, çok güzel ve zengin bir Avrupa dili, bir ilim ve edebiyat dili hâline gelmiş olan zavallı Türkçeyi kendi tabiî tekâmül yolundan çevirmek istîdâdını gösteren bugünkü dil anarşisinin sebepleri, ilk bakışta (birer sebep gibi görünse de) daha derin bir tedkîke tâbî tutulunca bunların birer sebep değil birer netîce olduğunu hemen anlarız.”
Bu cümlelerde, konumuz açısından önemli birkaç husus var. Birincisi, Türkçenin, Levis’in dediğini destekler mahiyette “çok güzel ve zengin bir Avrupa dili” olmasıdır. İkincisi, “Arapça ve Acemceden çok ileri” bir dil olmasıdır.
Arapça ve Acemce örneği dilimizin tarihî bakımından ayrı bir değer taşır ve özellikle verilmiştir. İslâm Kültür dairesine girdiğimiz yüzyıllarda, bu iki dil bizim öğreticimiz, yol göstericimizdi. Edebiyatta Farsça, ilimde Arapça bize hocalık etmişti. Aynı medeniyet dairesi içinde böyle bir örneklik dolayısıyla de her iki dilden çokça kelime almış ve onları dilimizin ayrılmaz birer unsuru olarak işlemiştik. Yani, onları Türkçeleştirmiştik. Baraka, sayyaha, karâme ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Arapçaydı, ama bereket, seyahat, kerâmet ve aldığımız, kendi sesimizi verdiğimiz binlerce kelime Türkçeydi. Gul, rûze, nerdübân ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Farsçaydı, ama gül, oruç, merdiven ve aldığımız, kendi sesimizi verdiğimiz binlerce kelime Türkçeydi ve dilimizin malı olmuştu. Her dil de böyle kelime alır verirdi. Bütün diller bu manada melezdi. En çok melez olan dil de en büyüktü. İngilizce gibi.
Susuz kalan dilimiz kurudu
Bir millet ancak bir köşeye sıkışır kalır ve diğer milletlerle teması yoksa kendinde olanlarla hayatını devam ettirir. “Devam ettirebilirse…” demeliydim. Öyle milletler de, öyle diller de susuz topraklar gibi kuruyup hayat planından çekiliverirler. Yalnız insanın yaşaması nasılsa onlarınki de odur. Hatta dünyanın değişmez kaidesine bakılırsa, asla yalnız yaşanmaz, yaşanamaz. Tarih, pek çok sebeple kaybolan, eriyenlerle birlikte böyle binlerce millet ve dilin de mezarlığıdır.
Evet, diller melezdir. En melez dil İngilizce, bunun için en büyük dildir. Bugünkü İngilizcede kökü İngilizce olan kelimelerin oranı yüzde ikiye düşmüştür. Bu oran, 30 yıl önce yüzde 75’di. Fransızca, Almanca, Arapça ve Latince de, diğer büyük diller de başka dillerden tümen tümen kelime almışlardır. Bunu katiyen bir eksiklik olarak görmezler, aksine üstünlük olarak görürler. Öyledir. Biz de bir imparatorluk iken, hiçbir komplekse kapılmadan fethettiğimiz yerlerden çok şey aldık. Bunlar arasında sözler önemli bir yer tutardı.
Bir dilin başka dillerden faydalanabilecek esneklikte olması onun kendine olan güvenini gösterir ve en büyük gücüdür. Çünkü alınan kelimeler, o dilde, kısmen başkalaşarak yer bulurlar. O dilin sesiyle seslenirler. Diller böyle zenginleşir.
Bir dil için esas olan ses ve mimarîdir. Dilde kelimelerin kökten millî olması şartı aranmaz, buna bakılır. Sesi ve mimarîsi (grameri, sentaksı, cümle dizilişi vb.) millî olan dil rüştünü ispat etmiş demektir. Bu dil, nereden kelime alırsa alsın, kendi sesine ve mimarîsine benzeterek alır. Halkının hançeresi ve yaratıcılığı âdeta kendiliğinden bu kurulmuş sisteme göre işler. Türk halk dehâsı da, yüzyıllar boyunca, bunun için okumuşlarını da aşarak o sesin koruyucusu ve kollayıcısı olmuş, duyduğunu, kendi iç sesiyle düzelterek millîleştirmiştir.
Bu mekanizma böyle çalışır ve böyle çalışmıştır. Acemin “gul”una, gül sesini, Arabın “baraka”sına bereket sesini veren o değilse de böyle yaşamasını sağlayan odur. Aksi halde yaşatmazdı, yaşatmamıştır.
Üstat Köprülü, “Bu bin yıllık alışverişten galip çıkan Türkçedir” deme zevkini tatmak için Arapça ve Farsçayı zikrediyor. Bu cümle, tarih bilenler için muazzam bir başarıyı söylüyor. Ali Şîr Nevâî dedemizden başlayarak (Dîvân-ı Lügatit-Türk’ün durumu farklıdır), Fuzûlî ve daha nice büyük Türkün bu iki dil karşısında Türkçe’yi öne geçirme gayretlerini de hatırlatmış oluyor. Nevâî Muhâkemetü’l-Lügateyn’de Farsça ile karşılaştırarak, 15. Asrın sonunda Türkçenin daha güzel, iyi ve zengin bir dil olduğunu ispata çalışmıştı. Klâsik şairlerimizin pek çoğu, ifade etsinler veyâ etmesinler- böyle bir rekâbet duygusu ve dil şuuruyla eser vermişlerdir.
Onların diline Osmanlıca diyenlerin kastı malûmdur.
Niçin uydurma ve yeni bir dil meydana getirmek istiyorlarsa, Türkçenin o muazzam dönemini de onun için düşmanlık ve cehaletle böyle adlandırmak istiyorlar. Bugünün çok kullanılan tabiriyle “ötekileştirerek” uzaklaştırmak, o dille beraber en şerefli tarih devirleriyle bağımızı da koparmak istiyorlar. Bu oyun şöyle böyle okumuşlarımızı ifsat etmiştir ve hâlen de hükmü bir ölçüde sürmektedir. Halbuki Fuzuli, Türkçe Dîvânı’na başlarken, Ey feyz-resân-ı Arab ü Türk ü Acem / Kıldın Arab’ı efsah-ı ehl-i âlem / Etdin fusehây-ı Acem’î Îsî dem / Men Türk-zeban’dan iltifat eyleme kem, diye duâ eder. Dediği bugünün diliyle şudur: “Ey, Arab, Acem ve Türk milletlerine feyz veren Tanrım! Sen, Arab milletini dünyanın en fasih ( açık, ahenkli ve anlaşılır) konuşan milleti yaptın! Acem fasihlerinin sözlerini isen, îsâ Peygamber’in nefesi gibi, cana can katan güzelliğe ulaştırdın! Ben Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum! Benden iltifatını esirgeme Ya Rabbi!”
İşte diline Türkçe değildir denen bu büyük sanatkâr ve aynı yolda yüzyıllarca eser veren benzerleridir.
Diğer yanda, Fuzuli ile aşağı yukarı aynı zamanlarda yaşamış Nevâî’ye de benzer şeyler söylenmiştir. O Nevâî, o kadar Türkçe aşığıdır ki, Farsça karşısında Türkçe’yi öne çıkarmak için mukayeseli bir eser yazmıştır. O kadar Türkçe âşığıdır ve bu sıfatı o kadar hak etmiştir ki, devrinde ve sonrasında da Türkçeye “Nevâî dili” denmiştir. Türk nazmîda çü men tartıp alem / Eyledim ol memleketini yek kalem, diyen odur.
Bu beyit, Sovyetlerin dağılmasıyla gelen bağımsızlığın birinci yılından itibaren Taşkent şehir merkezinde büyük bir köprünün alnına yazılmıştı. 1992’den 1994’e kadar Özbekistan’ın Türkistan politikasına yöneldiği bir ara dönemdi. Sonra, orada da Stalin döneminin terminolojisine dönüldü. Bu notu düşmekle yetinerek beyte dönelim.
Demek istiyor ki: “Ben Türk şiirinde öyle bir kalem çektim ki, bütün memleketi (Türk ülkelerini) bu şiirimle (dilimle) bir araya getirdim.” Diline Türkçe değildir demeye çalıştığımız, işte bu ve benzeri büyük Türkler ve Türkçecilerdir. Aklımızı başımıza devşirelim, dememe gerek yok: Nevâî beş asır öncesinden gürlüyor.
Bir hususu da yeri gelmişken söylemeliyim: Nevâî kadar şiirlerinde Türk ve Türk dili geçen orta zamanlar şairimiz yoktur. Türkistan sahasında Nevâî, henüz Osmanlı toprağı olmamışken Bağdat’ta Fuzûlî ve çağdaşı İstanbul’da yaşayan Bâkî Türkçeyi şark dillerinin en zarifleri arasına soktular. Buna rağmen, Farsça ve Arapça karşısında Türkçenin durumu hep mukâyese konusu olmaya devâm etti.
Türkçe dünya dili
Köprülü, bu başarının bütün unsurlarıyla netleştiği yeni zamanlar Türkçesi üzerinden konuşurken bütün bir geçmişi hatırlatır ve zevklenir gibidir.
Bu satırlar, Köprülü’nün 1945-48 arasında yayınladığı makâlelerinde geçer. Demek ki, Türkçe 20. asrın yarısına kadar da büyük dünya dilleri arasındadır ve o tarih itibarîyle (yıkıcılığın 15. yılında) uydurmacılık ve tasfiyecilik henüz tam hâkimiyet kuramamıştır ve hâlâ kayıpları telâfi edebilmek imkân dâhilindedir.
Aslında bu, hem böyledir, hem de değildir. Çünkü devlet eliyle ve topyekun bir hücum vardır. “Kör kazma” iş başındadır. Bin yıllık medeniyetimizin bütün ortak kelimelerine savaş açılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı da bu muazzam dili değiştirmek misyonunu üstlenmiş en önemli müessesedir.
Köprülü’yü kahırla çırpınır ve endişeyle sesini yükseltir gördüğümüz nokta burasıdır. Der ki: “İnsanlık târihi, uzun asırlardan beri istibdâdın ve tahakkümün her şekline şahin oldu. Fikir ve vicdan hürriyeti, meslek seçme ve çalışma hürriyeti gibi insanlığın en mukaddes ve tabiî haklarına karşı, türlü türlü tazyiklerde bulunuldu.
Müstebid ve çılgın bir hükümdârın yâhut din ve mezhep taassubunun, yâhut da millî taassub ve tahakkümlerin veyâ sınıf diktatörlüğünün yaptığı bu hareketler kolayca iyzâh olunabilir. Lâkin bizim bugünkü resmî argoyu yaratan zoraki hareketin bir benzerine tesadüf edilemez.”
Bu iki paragrafta geçen “resmî argo”, “zoraki hareket” tabirlerine dikkat.
“Resmî argo” demesine sebep olan uygulamaları da bu satırların devamında açıyor: “Bir hükümet, kendi mekteplerinde çocuklara zorla uydurma bir dil öğretsin; bir millet meclisi, yapacak binlerce acele iş dururken, bir akademi vazifesi görerek, uydurduğu argoyu bütün millete kabul ettirmeğe kalksın…
İnsanlık tarihînde bu kadar manasız, zararlı bir işin benzerini bulmaya imkân yoktur.”
Dil mühendislerimiz
Köprülü’nün bu ifadeleri ne yazık ki hiçbir fayda vermedi ve bizim dil ve toplum mühendislerimiz, uydurdukları argoyu devlet eliyle dayattılar. Yahya Kemal hayattaydı; Faruk Nâfiz’den Orhan Seyfi’ye kadar sayıları onları bulacak başka şâirler, Hâlid Ziyâ’dan Yakup Kadri’ye kadar yine onları bulacak büyük nâsirler hayattaydılar. Onların varlığı bile bu çılgın gidişi durduramadı. Sevgili Türkçelerinin boğazına sarılan ellere mâni olamadılar.
Bu vahşete benzer çılgınlık, elli yıldan fazla bir zaman daha sürdü. Dünyanın en büyük iki dilinden biri, kendi evlatları eliyle yerlere serildi. Hâlâ, bu durumun tam olarak farkına varamadık.
Halbuki “hesaplaşma”, “sorgulama”, “yüzleşme” tâbirleri yıllardır havalarda uçuşuyor. Ne sorgu var, ne hesap var, ne de yüz. O resmî argo dayatmasının yerini şimdi de bu tabirler üzerinden başka yıkım plânlarını resmî, gayr-i resmî yollardan dayatmalar aldı.
Hep söylerim: Dilimiz bu hâle gelmeseydi, bu yeni dayatmalar da kolay kolay yapılamazdı. Gerekçem açık: Dilimizle oynanmasa, dilimiz akşamdan sabaha bulunmuş ne manaya geleceği hâlâ belli olmayan ‘sözcükler’in işgaline uğramış olmasaydı bizi aldatmak veya oyalamak o kadar da kolay olamazdı. Dilimizden birkaç bin kelime ve onların duyurduğu on binleri bulan mana kovulmasaydı, zihnimiz bu kadar çorak kalmazdı. Dilimiz olduğu için düşünürdük. Düşündüğümüz için de muhtemelen anlardık.
Biz, elli yılda dünyanın iki büyük dilinden biri olan Türkçesini harcamış ve hâlâ türlü yollardan canına okuduğunun farkında olmayan bedbaht nesilleriz.