Dünyanın bütün ciddi fikir ve sanat adamları Avrupa ile Asya hakkında kafa yormuşlardır.
Mesela Paul Valery, İslam, Hint ve Çin olmak üzere Asya’da üç tane Doğu bulunduğunu söylemekte, Avrupa’yı da Asya’nın küçük bir burnu olarak görmektedir. Victor Hugo konuya idrakten ziyade duyguyla yaklaşır: “Ben her zaman Doğu’ya karşı bir şair sevgisi duydum. Uzaktan orada yüksek bir şiir parladığını gördüm. Bu öyle bir kaynak ki ne zamandır oradan hararetimi söndürmek istiyorum.” Thibaudet ise yaşantıyı esas alıp şöyle demektedir: “Avrupa’yı ancak hayat tarzıyla tarif etmek mümkündür.” Suares’in “Avrupa ruh, Amerika makinedir.” deyişini Hintli Tagore daha gerçekçi bir duruma oturtur: “Asya ruh, Avrupa makinedir.”
Doğu ve Batı’nın özelliklerini daha pek çok aydın, filozof izah etmeye çalışmış, fakat bunların hepsinden Peyami Safa meseleye daha ihatalı yaklaşmış, bu konudaki yanlışlığın “Nısbide mutlakı aramak zaafımızdan” doğduğuna işaret ettikten sonra hükmünü verir; “Mutlak manasıyla garp ve şark yoktur. Avrupa, Asya’ya nazaran garptır, Amerika’ya nazaran şark ve Amerika da Avrupa’ya göre garptır.” Bu üç kıtanın, hatta beş kıtanın beşiği Asya’dır. Dinler, inançlar, güzellikler Asya’da teşekkül edip göçlerle dünyaya dağılmışlardır. Doğu ve Batı, menşeleri aynı olmakla beraber, sonradan farklı özelliklere kavuşmuşlardır. Peyami Safa’ya göre bu özellikler şu şekilde farklılaşmıştır: “Batı, madde ile kavgasında ayrıntıya dalar, çünkü elindeki biricik silah tahlil neşteridir. Bunun için bütünü görmez, ayrıntıda kalır; yani vahdetten uzaklaşır. Şark ise daima bütünü kucaklamak ister; terkibe yönelir.”
Peyami Safa’nın tespiti doğrudur; fakat niçin böyledir? Olaya bütün olarak bakmak yaradılış hakkında fikir sahibi olmakla mümkündür; bu da vahiy idrakiyle kabildir.
Batılı filozof ve bilginler ellerindeki mukaddes kitaplara inanmamakta, onları sadece bir kültür unsuru olarak görmektedirler. Yaradılışı felsefenin çözülmez problemleri arasına katıp gündemlerinden çıkarmışlar; böylece de bütün hakkında düşünmeyi lüzumsuz görmeye başlamışlardır. Son yüzyıllarda ilim bakımından da şark, garbı taklit etmektedir; yalnız şarktaki vahiy kültürü bazı bilim insanlarını etkisi altına aldığı için, bu noktada Batı’dan ayrılmaktadır.
Batı, vahiyle bağını kopardığı, müspet bilimleri putlaştırdığı için hiçbir zaman varlığın esasını kavraması mümkün görünmemektedir. Fakat Asya klasik bilim anlayışını muhafaza eder, Batı’nın analiz metoduna da sahip olursa onların hayal edemeyeceği noktalara varması imkân dahilindedir. İş Batı’nın insanlık için ne ifade ettiğine gelince Peyami Safa sanatkâr sezgisiyle mükemmel bir hüküm veriyor. Hiroşima, Nagazaki’ye atılan atom bombalarını, çevrenin katledilmesini göz önünde bulundurarak Batı’nın ilimdeki yanlışlığının mantalitesinden kaynaklandığını söylüyor:
“Bütün bu felaketleri insanlığın başına getiren makine ve teknolojinin karşısında değilim; çünkü tehlike teknolojiden değil, garbın materyalist imanından doğmaktadır. Doğu’dan Batı’ya doğru gittikçe sanki güneşten uzaklaşmanın fiziki bir neticesi imiş gibi her şey katılaşıyor ve ruhaniden cismaniye gidiyor.” Bunu belirttikten sonra şu hükme varıyor: “Afrika dünyanın insiyakı, Asya kalbi, Avrupa zekâsı ve Amerika iradesidir denebilir.” Kanaatimizde bu, üstadın içinde bulunduğumuz yüzyıllara dair tespitidir; on ve on birinci yüzyıllarda Avrupa’nın zekâ bakımından Asya ile yarışabileceğini kim iddia edebilir?
Peyami Safa toplumumuzun çağdaşlaşmasının iki unsurla mümkün olabileceğine kanidir; riyazileşmek ve siteleşmek. Bunların önemini de şöyle belirtmektedir: “Yunan zekâsından, Roma iradesinden ve Hıristiyanlık ahlakından doğan Avrupa, Rönesans’tan sonra Yunan geometrisini geniş bir riyaziye kültürüne ve kapalı Atina-Roma sitesini açık şehirler medeniyetine yükseltti.”
Elbette ki riyazileşmek, şehirleşmek aydın tabakanın ortaya çıkması için gereklidir. Bu tabaka da ilmin kök salacağı zemini oluşturur. Zaten aydın tarifinden de söz konusu husus açıkça ortaya çıkıyor: “Gerçek münevver, bütün ilimlerin ve felsefe sistemlerinin esasları, tarihi safhaları ve son verileri hakkında bilgi sahibi olan ve bu bilgiyi şahsi temayül ve ihtiraslarının tesirinden kurtarıp objektif fikir haline getiren insandır.”
Aydınlarımız böyle olsa, sosyal bünyemizde kökleşen ilim yıldızlara varır; fakat bizim aydın zümremiz elde ettiği bilgi kırıntılarını ideolojisi için kullanmaktadır. Felaket de buradan kaynaklanmaktadır. Peyami Safa gerçekten bir hazinedir; onu keşfetmezsek toprak altında unutulan defineye döner; şimdi olduğu gibi…