Çeşitli ortamlarda karşılaştığım meraklı gençler, sık sık, geçmiş kültürümüzle nasıl bir ilişki kurmaları gerektiğini, bu kültürü, ‘üretecekleri’ eserlerde eskilik izlenimi uyandırmadan nasıl kullanabileceklerini soruyorlar.
Birkaç gün önce yine bir genç, Üsküdar vapurunda yanıma geldi ve bu konudaki sıkıntılarını anlattı. Düşündüklerimi her seferinde dilimin döndüğü kadar anlatıyorum; fakat ikna edebiliyor muyum, emin değilim. Hakikaten zor bir mesele!
“Geçmiş kültürümüz” dediğimiz kültürle ilişkilerimiz maalesef çok problemlidir. Hatta problemin ötesinde bir durumla karşı karşıyayız. “Bizim” dediğimiz, aslında artık bizim olmayan, dışına ve uzağına düştüğümüz bir kültürdür. Bu kültüre sahip çıkanların bile onu ne kadar ‘temellük’ ettikleri tartışılabilir. Kendi kültürümüzü yabancılar gibi öğrenmek zorundayız. Bu öğrenme sürecinde kullandığımız araçlar, kavramlar ve terminoloji de yabancı. Dolayısıyla geride bıraktığımız ve bizim olduğunu varsaydığımız kültürü öğrenirken aslında onu farkında olmadan oryantalistler gibi yeniden şekillendiriyor, çarpıtıyoruz. Elimizde kapıyı açacak anahtarlar yok. Eğer sizin kültür, düşünce ve estetik dünyanızı yaratıcı bir gelenek şekillendirmemişse, onu sonradan öğreniyorsanız, yaptığınız bir çeşit oryantalizmdir.
Aslında sorulması gereken daha önemli bir soru var: İçinden geldiğimiz kültürden niçin kaçmak yahut yakıp yıkarak kurtulmak istedik? Cevabının basit olduğunu sanmıyorum; fakat kestirme bir cevap aranırsa, kolonyalizmin sağladığı ekonomik büyüme, teknolojik ilerleme ve sanayi devriminin Avrupa’ya sağladığı avantajlar yüzünden yaşadığımız askerî yenilgilerin ve sürekli geri çekilişin yarattığı psikolojik çöküşten, yılgınlıktan söz edilebilir.
Yönetici zümre ve intelijansiya, Avrupa’nın bizi geri püskürten ekonomik ve teknolojik üstünlüğüyle sosyal ve kültürel organizasyonu arasında illiyet bağı olduğunu düşünmüş, suçu mesela toplumu uyuşturduğunu düşündükleri eski musikiye yüklemiş; tiyatromuz, operamız, polifonik müziğimiz olursa, yazıyı sağdan sola değil de, soldan sağa doğru yazarsak, eski binaları yıkıp düz caddeler açarak eğri büğrü sokaklardan kurtulursak “terakki” edeceğimizi zannetmişlerdir. Bunun tabii sonucu, ilerlememizi engellediği düşünülen bütün değerlerden -çok zaman Vandalizm ölçülerine varan- kurtulma gayretidir. Bu gayreti gösterenler, ne benimsetmek istedikleri medeniyetin iç dinamiklerinin farkındaydılar, ne de kurtulmak istedikleri kültürün değerinin…
Peki, bu süreçte ciddi tahribata uğrayan kültür ve gelenekle yeniden bağlantı kurmak mümkün mü? Mümkün elbette. Hiçbir kültür büsbütün yok olmaz. Bizim kültürümüz işte burada, kütüphane raflarında, arşiv depolarında, mimari eserlerde, şehir dokularında, hatta mezarlıklarda nefes alıp vermeye devam ediyor.
Eğer bu kültürün dilini öğrenip şifrelerini çözerek derinliklerine nüfuz edebilirseniz, onu sevebilir, benimseyebilirsiniz. Bizim şansımız elbette yabancılardan daha fazla. İçimizde bir yerlerde ince tellerle bu kültüre bağlıyız. İstesek de, istemesek de… Ben, kendilerini en yabancı hisseden aydınların içinde bile, bu kültürün, bir vicdan azabı gibi konuştuğundan, derinlere yürümüş bir kıymık gibi sürekli rahatsız ettiğinden eminim.
Yapılması gereken, bu topraklara ayağınızı sağlam basmak, bu kültürün dilini sökmeye, sembollerini çözerek arka planına nüfuz etmeye, estetiğini çözümlemeye çalışmaktır. Tarih şuuru böyle oluşur ve kadim gelenekle ilişki böyle kurulabilir. Avrupa’da kabul görmek için “gelenekten yararlanma” iddiasıyla alelacele yapılan işlerle oryantalizmin kucağına düşüverme tehlikesi vardır. Yani önce keşif süreci, sonra yaratma… Tabii bu da yeterli değil; bir de içinde yaşadığımız çağ var. Dünyada neler olup bittiğini öğrenecek, sonra ikisinden hareketle yeni bir şey ortaya koyacaksınız. Başka bir ifadeyle, bugün, modern sanatı yok sayarak gelenekten yeni bir şey üretmek mümkün değil.
Tarih şuuru dedim; muhteşem zaferlerden dem vurmak, mefahirden söz etmek, başka bir deyişle, tarihi sırtında ağır bir yük olarak taşımak değil, itici bir güç olarak hissedebilmektir tarih şuuru. Geçmişi tekrarlayarak gelenekçi olunmaz. Mesela bir mimar eskiden kullanılmış mimari elemanları tekrarlayarak veya bir şair bugün gazel yazarak gelenekçi olamaz; ama mimar öyle eserler yaratır, şair öyle şiirler yazar ki, ortaya koydukları eserler hem kendi çağlarının şuurunu ifade eder, hem de bütün bir geçmişin birikimiyle alışveriş hâlindedir.
Tarih şuuru, geçmişin aslında geçmemiş olduğunun farkına varmak, daha açık bir ifadeyle, geçmişin hâl’de de var olduğunu bilmektir. Böyle bir şuura sahip olan sanatkâr, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz; eserinde bütün bir geçmiş yeni bir anlam ve yeni bir ifade kazanmış olur. “Geçmişin hâl içinde varlığını hissetmek, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bir şairi yahut yazarı gelenekçi yapar” diyor T.S. Eliot. Modern şiirin de kurucularından olan bu büyük şaire göre, gelenek, zahmetsizce devralınabilen bir miras değil, ciddi bir entelektüel gayretle kazanılabilecek bir kabiliyettir.