Nazım Hikmet’in dediği gibi Mehmed Akif inanmış bir şairdir. Kendisi de cehd etse mutlaka inanır, İslam’ın hayat üslubuna girebilirdi.
Bir insanın kaderi konusunda söz söylemek bana düşmez; belki de kısmet meselesi. Özü ile sözü bir olan Mehmed Akif, bir millet için gerçekten talihtir; milletin karanlık devirleri gelip geçer. Bu karanlık devirlerin niçin geldiğini, bazı tedbirler alınmazsa yine geleceğini, o milletin çocuklarının bilmesi gerekir. Mehmed Akif olmasaydı I. Cihan Harbi’nde, ardından gelen İstiklal Savaşı’nda nasıl fakr-u zaruretlere düçar olduğumuzu anlayamaz, bugünümüzün kıymetini bilemezdik.
Milli Mücadele’nin iman gücünü Mehmed Akif üstlenmiştir. Taşa toprağa çektiği nutuklar, o güzelim şiirler, insanımızda ruh olup ayağa kalkar. Milletimizin ölüm kalım savaşı verdiği o yıllarda yazdığı “Ordunun duası” adlı şiirinde milletimizin ağzından şöyle söyler: “Ey ulu peygamberimiz nerdesin / Dinle minareden öten gür sesin / Gel bana yar ol ki cihan titresin / Kimse dönüp süngüne yan bakmasın” Balıkesir Zağanos Paşa Camii’nden, Kastamonu’daki Nasrullah kürsüsünden halka hitap etmiştir. Milletimize heyecan veren bu nutuklar, ordumuz tarafından bildiri ile dağıtılmıştır.
Bir Türk aydını olarak dünyayı çok güzel okur; kendi kültürümüzü ayağa kaldırmamız, çağdaşlık unsurlarını ona ilave etmemiz gerektiğini görür. Aksi takdirde Batı kültürünü alırsak, kendi elimizle sömürüye davetiye çıkarmış oluruz. Ona göre Batı’nın üç yüzü vardır. Kültürel ve ahlakî yönü; bütün bunlar kendi değerler sistemini ortaya koyar, bizim için bir değeri yoktur. Fakat bilim ve teknik yönünü kendimiz bakımından da zaruri bulur. O aynı zamanda insanlığın ortak yönüdür, onu almazsak yaşayamayız; dolayısıyla Batı’nın üçüncü yüzü olan evrensel bilim, sanat ve tekniğine taliptir. Batı’nın son zamanlarda ürettiği bilim ve teknolojiye milletçe yabancı kalmamız bizi perişan eder. Onun için Akif, kahramanı olan Asım’a Almanya’ya gidip bilim öğrenmesini telkin eder.
Batı’nın ikiyüzlülüğünü gayet iyi biliyor. Kendilerini sürekli medenî, başkalarını barbar ve ilkel olarak sunan Batı’nın aslında hiç de öyle olmadığını, tam tersine kendilerini üstün kıldıkları için asıl barbar ve vahşilerin Batılılar olduğunu, zayıf milletleri amansızca katlettiklerini aklından hiç çıkarmaz; “Medeniyet denilen maskara mahluku görün / Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün / Medeniyet size çoktan beri diş biliyor / Evvela parçalamak sonra yutmak istiyor”. Aslında resmi görüşle Akif’in düşüncesi burada çatallaşmıyor mu? Nasıl mobilya yapılırken, bir kerestenin yongalarının atılması gerekiyorsa, bir medeniyetin tesiri altına giren bir milletin de aynen öyle bazı kısımlarının budanması gerekir. Akif ise bu görüşü benimsemek istemez; her taviz, yeni bir tavizin kapısını çalar; dolayısıyla onun nezdinde medeniyet bir bütünlük teşkil eder.
O, son dönemlerde insanımızın yaşamakta olduğu çift kişilikten tamamen uzaktır. Ona göre İslamiyet hak dindir; dikkat edersek hayatın aslı dinin içindedir; diğerleri teferruattır.
Mehmed Akif, duyguların değil, doğruların sanatkârıdır. Aslına bakarsak şairler duygu ile oynarlar; ama Akif duyguyu bir kenara bırakır; hakikati kullanır; Meyhane, Seyfi Baba, Kocakarı ile Ömer, Köse İmam onun gördüğü, çile çektiği insanlardır. O, açık ve kesin olarak edebiyat, şiir anlayışını bu uğurda vurgulamak ister; “Şiir için, edebiyat için ‘süs’, ‘çerez’ diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lakin bizim gibi aç, çıplak milletler için süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lazım. O yüzden ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize bir şey söylemez.”
Öte yandan onun eseri ile şahsiyeti arasında sıkı bir bağ olduğu açıktır. “Üslub-u beyan aynıyla insandır” sözüyle eserlerini değerlendirmek mümkündür. Çileyi, ıstırabı, yoksulluğu gören, onların acısını evvela kendi içinde hisseden, sonra onları hem paylaşmak hem de düzelir ümidiyle anlatmak yolunu seçen bir sanatkârdır. Bunu yaparken de kendisini teşhirci, müzevir değil, ıstırap çeken, onların dertlerine ortak olan bir şahsiyet olarak görürüz.
Akif gibi ciddi bir adamda ironi de vardır. Ondaki sosyal tenkit, eleştirmek için değil, eğitmek, iyileştirmek için söz konusudur. Mesela “Ressam Haklı” diye bir şiiri bulunmaktadır. Yeni zengin olmuş bir insan, hayatını değiştirir, bir köşk alıp onu sanatkârane boyaması için bir ressamla anlaşır; teslim zamanı geldiğinde duvarların kızıl bir renk aldığını görünce ressama “Bu nedir?” diye sorar. Ressam; “Musa’nın Kızıldeniz’i yarıp geçmesidir.” der. Ev sahibi şaşkınlıkla bakar, “Musa nerede peki?” diye sorar. Ressam; “Karaya çıkmış efendim”. Firavun’un nerede olduğu sorusuna ressam boğulmuş olduğu cevabını verdikten sonra ev sahibi; “Bu kan rengi boya nedir?” diye sorar, ressam cevap verir: “Kızıldeniz ay efendim, yeşil olmaz ya bu da”. Bunun üzerine ev sahibi, “Çok güzel levha imiş! Doğrusu şenlendi oda.” der. Böylece Mehmed Akif, ciddi bir sosyal eleştiriyi ortaya koymuyor mu?