Bu ilke evliliğin yanı sıra hayatla ilgili başka pek çok şeyi anlamayı da kapsayacak şekilde genişletilebilir. Başarısızlıklar için genellikle kolay, tek nedene dayalı açıklamalar bulmaya eğilimliyizdir.
Kalkın(ama)ma da bir başarısızlık olduğuna ve ilkeye göre, insan zihninin, başarısızlıkları tek bir nedene bağlama yönünde bilişsel bir yanlılığı olduğuna göre, kalkın(ama)ma sorununa bakışlarda genel eğilimin, bir tek taşkınlığı (monomania) olması beklenmelidir ve gerçekten de böyledir: Kimi, tüfeğe; kimi, çeliğe; kimi, ırka; kimi, dine (Weber’in Protestan Ahlakı) bağlamaktadır. Başarılı kalkınma örneklerine bakıldığında ise, kalkınamayanlarda ne yoksa, o göze çarpar ve bu göze çarpanlar, çoğuldur.( 1)
Kalkınmada;Eğitim, iktisat,coğrafya, ırk,kültür,medeniyet vd.bir çok sebebi düşünmek gerekmektedir.batı ve diğerleri diyebileceğimiz bir karşılaştırmada diğerlerine(Batı harici milletler) büyük haksızlık yapılmaktadır.Bu arada Sorokinin şu tesbitini göz ardı da etmemek gerekir. “Sorokin’e göre “herhangi bir gerçek sistemin dış şartların oyuncağı olarak izah edilmesi ve sistemdeki değişikliğin izahının şu veya bu dış faktöre indirilmesi yanlıştır. Birleşim içindeki değişmelerin izahında başlıca faktör olarak tek unsura dayanmak, usul bakımından ciddi bir hatadır. Tarihin iktisadî tefsirinin partizanları kültürün bütün bölümlerindeki değişmenin kaynağı olarak ekonomik faktörü ele almışlardır. Din, ırk, irsiyet ve diğer faktörlerin partizanları da başlıca kaynak olarak sırasiyle bu unsurlara dayanmışlardır. Fakat aynı zamanda eğer belirli bir kültür iktisadî, dinî, demografik ve diğer bölümlerin sadece birer terkip unsuru teşkil ettiği bir birlik ise, bu kültürün değişikliği tek faktöre dayanma usulü ile izah edildiği zaman bu izah meselâ beşerî organizmadaki çocukluktan bulûğa eriş şeklinde vuku bulan değişikliğin, tabiî boy veya bunun gibi diğer bir faktördeki artışla izah edilmesi kadar az doğruluk ihtiva edecektir”
Bununla beraber” Eskiden doğu memleketlerinin lehine olan coğrafî şartlarda vuku bulan değişikliğin neticelerini de gözden kaçırmamak lâzımdır. Amerikanın ve Ümit burnu yolunun keşfi Akdeniz’den geçen ticaret yolunu iptal ettiğinden Osmanlı ülkesi dış denizlere intikal eden ticaret yollarının dışında kalmış ve bu suretle ticarî kapitalizm sahasındaki üstünlük de Doğu’dan Batı’ya geçmiştir. Nihayet kapitülasyonların da İmparatorluk dahilinde sanayi faaliyetlerinin kısırlaşmasına yol açtığı ve küçük sanayi erbabı ile tüccarların bir esnaflaşma prosesine maruz kalmasında tesirli olduğu ifade edilebilir.
Fakat, bu kadar çok ve bu kadar mühim görünen dış tesirlerin rolünü, nasıl olur da, bir kayaya indirilen tekmelere benzetecek kadar küçümseyebiliriz? Bu benzetişin aslında bir küçümseme olmadığını, fakat objektif bir takdirden ibaret olduğunu izah edebilmek için sosyolojide mevcut bir mücadele tasnifinden kısaca bahsetmemizde fayda vardır. Sosyal hayatta mevcut mücadele tiplerinin vasıta kriteri bakımından yapılan bir tasnifine göre iki tip mücadelenin tespiti mümkündür; vasıtalı ve vasıtasız mücadele. “Fertler veya gruplar bir hedefi elde etme gayretinde birbirlerine muhalefet ettikleri, mani oldukları… birbirlerini… incittikleri veya tahrip ettikleri zaman vasıtasız mücadele cereyan eder”. Buna mukabil “fertler veya gruplar, birbirlerinin gayretlerine bilfiil mani olmadıkları,, fakat bununla beraber (başkaları tarafından aynı gayelerin elde edilmesine engel olacak şekillerde) kendi gayelerine vasıl olmaya çalıştıkları zaman vasıtalı mücadele vuku bulur. Bunun, iktisadî hayat sahasından bir misalini vermek istersek birbiri ile rekabet halinde bulunan iki fabrikadan birinin sahibi veya sahipleri tarafından diğer. fabrikanın binasının ve makinelerinin tahrip ettirilmesi yahut aleyhte propaganda yaptırılması vasıtasız mücadeledir. Halbuki fabrikalardan birinin sahibi veya sahipleri böyle fiilî tahriplere girişecek yerde, modern istihsal usullerini kullanarak ve bilgilerini arttırarak kendi maliyet masraflarını ve satış fiatlarını düşürdükleri zaman vasıtalı mücadele bahis konusudur.
Şimdi, bu fikirlerin ışığı altında az evvel bahis konusu ettiğimiz dış tesirleri muhakeme edelim. Bunların içinde vasıtasız mücadele tipine en uygun düşeni kapitülasyonlardır. Buna mukabil, diğer bütün dış tesirlerin ancak vasıtalı mücadele çerçevesi içinde kaldıkları ifade edilebilir. Binaenaleyh, deniz aşırı ülkelerde Batılıların yeni imkânlar peşinde koşmalarına mukabil, Türklerin niçin bu dinamizmi göstermedikleri bahis konusu edilebilir. Batı’da ilim ilerliyorken, Osmanlı devletinin bu cereyana niçin yabancı kaldığı, Avrupa’da burjuvalaşma prosesinin ve teknik keşiflerin meydan verdiği sanayi inkılâbına İmparatorluğun niçin ayak uyduramadığı sorulabilir. Gerçi İslâm hukukunun burjuvalaşmayı önleyici tesirlerine işaret edenler bulunabilecektir. Fakat, unutmamak lazımdır ki, Batı’da burjuvalaşma prosesi, sanayi inkilâbının müspet yönleri kadar menfi yönlerinin de ortaya çıkmasına sebep olmuş, sınıf tezatları şiddetlenmiş, alt tabakalar uzun zaman ezilmiş ve bu mahzurlar bir taraftan sosyal adalet tedbirlerinin, diğer taraftan anonim ve kooperatif şirket tiplerinin yaygınlık kazanmasıyla sanayi inkilâbından çok sonra giderilebilmiştir. Eğer Osmanlı İmparatorluğunda sanayiin gelişmesinin teşvikini temin edebilecek şartlar mevcut olsaydı, fertler elinde sermaye birikimini önleyen hukukî karakteristikler, sanayiin gelişmesi hususunda bir mani teşkil edemezdi. Bu takdirde büyük sanayiin büyük sermayeye ihtiyaç göstermesi karşısında, şahıs şirketleri veya sermaye şirketleri yaygınlık kazanabilir ve kapitalizmin mahzurları ortaya çıkmadan, sanayileşme prosesinin gerçekleşmesi mümkün olabilirdi (2).
“Türkiye’de, Türkiye ile beraber bütün dünya memleketlerinde Batı ticari kapitalizminin ve sanayileşme devrinin yarattığı tepkileri mütalaa etmek gerektiğine inanıyorum. Yani; Türkiye’deki gelişmeler ne idarecilerin aczi, ne de her hangi bir sistemin soysuzlaşmasıdır. Bunlar muhakkak dünya ölçüsünde bir büyük hadisenin bir parçası olarak düşünmek gerekir. Çünkü aynı zamanlarda Çin’de, Hindistan’da, Amerika’da rejimler altüst oldu. Problem sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun hususi problemi değildi. Batı Avrupa’nın bu istilacı mal ve para politikasına hiç kimse dayanamadı. Uzaktan para ayarları ile, para oyunları ile bir imparatorluğun tuzla buz olacak şekilde bütün temellerinin sarsılmasında en büyük sebep, ilk sebep budur.” (3)
Kapitalist Sömürgeciliğin acı yüzünden kısa bir kesite Marx’ın sözlerinden bakalım:
“Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara-deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi.
Hıristiyanlık konusunda uzman W. Howitt, hıristiyan sömürgecilik sistemi hakkında şöyle diyor: “Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiç bir çağda, ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiç bir soyda raslanamaz.” Hollanda sömürge yönetiminin tarihi —Hollanda 17. yüzyılın başta gelen kapitalist ulusuydu— “en görülmemiş türden ihanetlerin, rüşvetlerin, kırımların ve bayağılıkların tarihidir”.Bunların, Cava’da köle olarak kullanmak üzere giriştikleri insan hırsızlığından daha karakteristik bir şey olamaz. Bu amaçla insan hırsızları yetiştiriliyordu. Hırsız, tercüman ve satıcı, bu ticaretin başlıca ajanları, yerli prensler de, başlıca satıcılarıydı. Kaçırılan genç insanlar, köle vapurlarına gönderilecek duruma gelinceye kadar, Celebes’deki gizli zindanlara atılıyordu. Resmi bir raporda şunlar yazılı: “Örneğin Macassar’ın bu kenti, gözü doymaz bir hırsın ve zalimliğin kurbanı olan ve ailelerinden zorla koparılan, zincire vurulmuş talihsiz insanların doldurduğu birbirinden korkunç, gizli zindanlarla doludur.” Malaka’yı ele geçirmek için Hollandalılar Portekizli valiyi satın almışlardı. Vali, bunları, 1641 yılında kente soktu. İhanetinin fiyatı olan 21.875 sterlini ödemekten kurtulmak için Hollandalılar hemen vali konağına gidip adamı öldürdüler. Adımlarını attıkları bu yeri kurutup, insandan yoksun hale getirdiler. Cava’nın bir eyaleti Bancuvangi’de 1750 yılında nüfus 80.000’in üzerinde iken, 1811’de 8.000’e indi. Tatlı ticaret!
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, herkesin bildiği gibi, Hindistan’ın politik yönetiminin yanı sıra, çay ticaretinin bütün tekelini, genellikle Çin’le olan ticareti ve Avrupa ile yapılan mal taşıma tekelini de ele geçirmişti. Ama, Hindistan ile adalar arasındaki kıyı ticareti ve Hindistan’ın iç ticareti, şirketin yüksek memurlarının tekelinde idi. Tuz, afyon, hint biberi ve diğer ticaret mallarının tekeli, bitmez tükenmez servet kaynağıydı. Fiyatları bu memurların kendileri saptıyor ve zavallı Hintlileri diledikleri gibi soyuyorlardı. Genel vali bile bu özel ticarete katılıyordu. Koruduğu kimseler, öyle koşullarla sözleşmeler yapıyorlardı ki, simyacıdan daha kurnazcasına hiç yoktan altın elde ediyorlardı. Büyük servetler bir gün içinde mantar gibi yerden bitiyor, ilkel birikim tek kuruş yatırmaksızın sürüp gidiyordu. Warren Hastings’in yargılanması böyle örneklerle doludur. İşte bir tanesi. Hindistan’ın afyon bölgelerinden çok uzak bir yere resmi bir görevle gitmek üzere olan Sullivan adinda birisine afyon üzerine bir sözleşme sağlanmıştı. Sullivan, sözleşmesini, Binn adında birisine 40.000 sterline sattı; Binn de aynı gün 60.000’e sattı ve sözleşmeyi yerine getiren en son alıcı, bütün bunlardan sonra büyük bir kazanç sağladığını söyledi. Parlamentoya sunulan listelerden birisine göre, 1757-1766 yılları arasında Şirket ve memurları, Hintlilerden hediye olarak 6.000.000 sterlin almışlardır. 1769-1770 arasında İngilizler bütün pirinçleri satın aldılar ve çok yüksek fiyatların altında satmaya yanaşmayarak yapay bir kıtlık yaratmayı başardılar.
Yerlilere karşı en korkunç davranılan yerler, doğal olarak, Batı Hint Adaları gibi yalnız ihracata yönelmiş plantasyon sömürgeleri ile, Meksika ve Hindistan gibi yağma alanı haline getirilen zengin ve nüfusu kalabalık ülkelerdi. Ama gerçek anlamıyla sömürge olan ülkelerde bile, ilkel birikimin hıristiyanca niteliği kendini ortaya koymaktan geri kalmıyordu. Protestanlığın o asık yüzlü virtüozları, New England’lı Puritenler, 1703 yılında meclislerinin bir kararı ile, her kızılderili başı ve tutsak edilen her kızılderili için 40 sterlin ödül koydu: 1720’de kelle başına ödül 100 sterline yükseldi; 1744’te Massachusetts-Bay, belli bir kabileyi isyancı ilân edince, şu fiyatlar uygulandı: 12 yaş ve daha yukarısı erkek kafası için 100 sterlin (yeni para), erkek tutsak 105 sterlin, kadın ve çocuk tutsak 50 sterlin, kadın ve çocuk kafası 50 sterlin.”(4)
Mezalim ustalarını tanımak için sadece Batılıları okumak bile yeterli olabilir.Fakat Marx ve arkadaşı Engels Türk ve Müslümanlar hakkında her zaman bu denli objektif olamazlar.. “Doğu Sorunu” isimli eserde Marx Türkleri tam bir batılı gözüyle değerlendirir. “Türkler Rumeli ve Anadolu’da egemenlik için gereken nitelikleri taşıyorlar mıydı?”diye sorar. Cevap tabii ki hayırdır.
1848’de, Frederich Engels, Northern Star’ın Paris muhabiri olarak yazarken Abdülkadir’in yenilgisi ve Cezayir’in Fransız güçlerince işgalini şöyle kutlar.
Cezayir’in fethi uygarlığın ilerlemesi açısından önemli ve talihli bir olaydır… Çöl Bedevilerinin özgürlüğünün yok edildiğine üzülebilsek
de unutmamalıyız ki bu aynı Bedeviler bir eşkiya milletidir… Uygarlık, sanayii, düzen ve en azından kendisini izleyen görece aydınlanmasıyla mo-
dern burjuvazi, ait oldukları barbar toplumuyla feodal lorda veya yağmacı hayduta tercih edilebilirdi)(5)
Yıllarca Fransa’da Devlet aleyhine faaliyet göstermiş 1908 II.Meşrutiyet ilanından sonra Mebusan ve Ayan Reisi Jön Türklerin önemli isimlerinden Ahmet Rıza bey 1922’de yazdığı “Batının Doğu Politikasının Ahlaken iflası” eserinde Batının çirkin yüzünü tüm çıplaklığı ile ortaya koyar.Eserden vereceğimiz şu kısa kesit bile batının değer yoksunluğunu gösterir:
“Bugün hâlâ İskenderiyye Kütüphanesi’nin Halife Hz. Ömer tarafından yakıldığını ileri sürmek namussuzluğunu gösteren yazarlar, İspanya’da bu fikir hazinelerinin mahvedilişini bilmezlikten gelirler. Sadece Gırnata’da Başpiskopos Ximenes seksen bin Arapça el yazması eser yaktırmıştar. İskenderiyye Kütüphanesi meselesi hakkında, nadiren gerçeği ifâde edenler arasında Renan vardır. Bu tarihçi, îskenderiyye Kütüphanesi’nin, Müslümanların bu şehri almalarmdan çok evvel, henüz Rumların işgali altında bulunduğu sırada, yakıldığını itiraf eder. Gerçekten de, Hıristiyanlık, Rumların resmî dini hâline geldikten sonra, İmparator Teodos, putperestliğe devam eden herhangi bir kimsenin idam olunacağını ilân etmiştir. Bütün putperestlerin tapmaklarının yakılması, Doğu’daki bütün heykellerin parçalanması emrini çıkarmıştır. Dine yabancı olan bütün kitapları da, dine aykırı boş şeyler olarak ilân etmiştir. İç savaş ve onun peşinden de kıtal İskenderiyye’de patlak verdi. İskenderiyye metropolitleri ve köy papazları tarafından baskı altında bulundurulan ve bunlardan bizar kalan halk,
daha sonra Arapları yardımına çağırdı. Hıristiyanların tahrip ettiği meşhur İskenderiyye Mektebi, Arap idaresinde yeniden kuruldu.
Gustave Le Bon (La Civilisation des Arabes (Arapların Medeniyeti) bu hususta şunları yazar : .
«Eski Yunan ve Roma. dininin yerine yeni dini getiren öncülerin – Hıristiyanların – ilk işlerinin, beş bin yıldan beri bütün istilacıların hürmet ettikleri ve ilişmedikleri âbideleri yıkmağa başlamak olması, son derece teessüfe şayandır. Bu tahrip hareketinin ilk neticesi, Mısır Medeniyetinin ortadan kalkması olmuştur. Hıristiyan olan Mısır ülkesi, bir gerileme dönemine girmiş ve bu hâl günden güne artarak. Arapların gelmelerine kadar devam etmiştir.
«İskenderiyye Kütüphanesi’nin yakılması rivayetine gelince, Araplardan çok evvel, Hıristiyanlar, İskenderiyye’deki dinle alâkasız saydıkları bütün kitapları, mevcut heykelleri parçalamak ve yıkmak için gösterdikleri gayret ve itinâ ile imha etmiş ve yakmışlardır. Bu itibarla Araplar için zaten yakılacak bir şey kalmamıştı»
İskenderiyye Kütüphanesi M.Ö. 300 yıllarında Ptolomaios Soter tarafından kurulmuştu. Kütüphanede papirüs üzerine yazılmış Mısır eserleriyle papirüs ve deri üzerine yazılmış Yunan eserleri 700 binden fazlaydı. Sezar istilâsında (M.Ö. 48) büyük bir kısmı yakıldı. Son bölümü, Bizans İmparatoru Teodosius zamanında, İskenderiyye Piskoposu Teofilos’un emriyle tamamen yakılmıştır (M. 391)” (6)
Batılıların dünyayı,kainatı ve olayları okumaları ile bir çok milletin ve medeniyetin aynı unsurları okumaları farklıdır.T.Eliot,Edebiyat üzerine düşünceler adlı eserinde; batı kültür kaynaklarını:Yunan, Roma, Hıristiyanlık ve Yahudilik olarak tasnif etmektedir. Biz tanımlarımızı doğru yapmadığımız takdirde Atardamar ile toplardamarı karıştıran hekimlerden hiçbir farkımız kalmayacaktır.
Öncelikle Kültür ve Medeniyet kavramlarındaki yanlışımızı düzeltip ondan sonra hasta bedenin şifasını aramaya başlamalıyız.Mehmet Niyazi Özdemir’in dediği gibi Yılmaz Özakpınar bu kavramların yıllardır söylenegelen şekillerinin yerini değiştirmiş ve tanımlar berraklaşmıştır.
Medeniyet sanıldığı gibi teknoloji değil ,bir inanç nizamı idi.Teknolojiyi kültürün alt grupları altına yerleştirmek gerekiyordu.İslam bir iman medeniyeti iken,Batı hıristiyanlığın triniti’sinden (üçlemesinden) sonra ve Hz.İsa’nın getirdiği Tevhid inancı ile tanışmadan önce bir inkar medeniyetiydi. Ali Murat Daryal hocaya göre “Medeniyetler ve Mesajları” eserinde, Batı hodgam (bencil) İslâm diğergamdı (cömert).İslam Tevhid Batı teslis idi.Her ne kadar içinde Katolikliğe gelişen reaksiyoner reformlar olsa da temelinde papalık-krallık güç savaşları yatmaktaydı.
Evet karşımızda bir dallar sorunu değil kökler sorunu vardır.Size göre ahlak,davranış biçimlerinizdi,edep,ahlâkın zorunlu kıldığı hayat tarzına uymak iradesini göstermekti(7)Bu ahlak Allah ve Onun sevgili Resulünden kaynağını alacaktı.
Batı Olimpus ilah ve ilahelerinden medeniyetini beslerken neler düşünüyor ve asırlarca onun izlerini silemiyordu.Platon onun devi idi,O’nun ve Aristo’nun köleli toplum anlayışı günümüze kadar zihniyetinden çıkmamıştı. Platon için sağlıklı toplum 5300 kişilik siteden oluşuyordu. Irkıl hocanın öğrencisi Oğuz Kağan için Gök Çadır Güneş Bayrak idi.
İlim Endülüs ve Sicilya’dan ilave olarak Haçlı seferleriyle Doğudan fütursuzca aşırıldı.Sicilya devleti Harran dan gidenlerce kuruldu Mezopotamya’nın ilimi 200 yıla yakın ışık saçtı.Endülüs 700 yıllık bir devdi.Devin hile ile önce aşilleri (Ayak bileği kirişleri) sonra başı kesildi.
Kilisenin tekeline geçen ilim asırlarca saklandı, rahipler sınıfı oluşturuldu.İlim örtüldü gizlendi(KFR,Küfür:örtmek) Resul-u Ekrem: “Bilgiyi(ehlinden)gizleyene her şey,hatta denizdeki balık ile havadaki kuş bile lanet eder.”buyururlar.Promete gibi bir gün ilim kiliseden de çalındı Rönesans ve Aydınlanma hareketleri denen tarihi süreçleri yaşadılar.Fakat burada bizim dikkatimizden kaçan sadece Batını değişim ve zahiri gelişiminin arkasında sadece bu hareketler yoktu.Anlatmaya ve vurgulamaya çalıştığımız gibi Akdenizin Türk gölü haline gelmesi Batılıların Coğrafik keşifler sırasında hiçbir ahlaki ilkeye riayet etmemeleri yatıyordu.Evet para Avrupa da birikiyordu.Madenler akıyor,Köle ticareti sömürgeler sermaye üzerine sermaye oluşturuyordu.Biriken “kirli para-sermayenin” aklanması gerekiyordu.Tahmin edildiği ve hepimizin bugünde yaşadığı gibi akladılar.Tarihde ne ise bugünde aynısıdır.(Rocoweller vb) Weber, “Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhunu” yazdığın da biz gene sarılıverdik. Weber Kara kapitalizmi Protestan suyu ile yıkamış yumuştu.Mübarek olsun.Halbuki merkantelistlerden fizyokratlara Adam Smith’den Keynes’e kadar hep batıya şifa dağıtan komprime reçeteler okuyorduk.
Batılıların haricinde ne kendimizin İktisat sistemini ne Çinlisini,Hintlisini,Mısırlısını,Vietnamlısını ve nice “tanışasınız diye yaratılan onca kavimi” tanıyorduk.Bir bayram yerinde herkes dikkat çeken birinin elini sıkmak aferinini almak istiyordu.Yaşca büyük fakat düşünce de çocuktuk.Eli sıkılmak istenen ise masum kölelerin kadınların çocukların kanı teri gözyaşı üzerine teknolojilerini kuran beyaz maskesi altında batı idi.
Felsefeyi bile onlardan dileniyorduk artık.İdeolojilere hemen bilim diye sarıldık.Bizde ne kadar pozitivist varsa gerçek bir bilim adamı değildi.Ya yarım dı,ya da bilimin semtine uğramamıştı.Halbuki İsmail Hakkı Bursevi’nin dediği gibi mümin hem tenzili ayetler(Kitap Kur’an’daki) hem de Tekvini ayetleri(Kainat Kur’an’ındaki) okurdu.Kur’an’da diyordu: “Enfüs’de(kendinizde) ve Afak’da (Kainatda)gerçekleri göstereceğiz.” “Rabbim ilmimi artır de”ayetinde mümine bir düsturdu.
Kur’an’ın 1/8 kadarı ilimle ilişkiliydi.750 kadar ayet insanı;düşünmeye,tabiatı incelemeye,aklı en isabetli kullanmaya,olayların sebebini kavramaya davet ediyordu.
Biz ilmi değil,bir ideoloji olan pozitivizmi tercih etdik.Allah velileri(dostları)yoldaşımız iken yanı başımızda batının feylozoflarını görüyorduk.Üstelik bu filozoflar gözümüzün içine baka baka bizi küçük görüyor ve hakaret ediyorlardı. Filozofları da sosyologları da sömürgeciliğin meşruluk araçları idiler Ahlak filozofu KANT’a göre zenciler iğrenç kokar, Hintliler soytarıdır.
“Kant’m betimlediği(Tasvir ettiği) Türk imgesi, özgünlüğünün yanı sıra, Alman kültür tarihinde süreklileşmiş değerlendirmelerden de ayrı düşünülemez. Türklere ilişkin çoğu yerleşik imgeyi Kant’ın da ayrımsız bir yaklaşımla üstlendiği söylenebilir. Yerleşik imgelerin büyük bir bölümü olumsuz değerlendirmeler içerir. Avrupa dolayısıyla da Alman kültüründe var olan söz konusu olumsuz imgelerin başında Türklerin yapısal çirkinliğinin yanı sıra, baskıcılığı, yıkıcılığı ve başka halkaların uygarlaşmasını önleme gibi değerlendirmeler anılabilir.
Türklerin baskıcılığı ve yıkıcılığı, özellikle ‘soylu'(!) Yunanlıları uzun süre egemenlikleri ya da boyundurukları altında tutarak, onların daha da uygarlaşmalarını, Kant’ın değerlendirmeleriyle, yurttaşlaşmalarını önledikleri teziyle açıklanmaya çalışılır. Türklerin, daha doğru bir adlandırma ile Osmanlıların, Avrupa kültürünün önemli kaynaklarından birini oluşturan Yunanlıları, boyunduruk altında tutmuş olmaları, Avrupa özellikle de bazı Alman filozoflarınca, ki bu görüşün en belirgin temsilcileri Herder, Kant ve Hegel’dir, sürekli olarak onların barbarlığının kanıtı olarak anlaşılmış ve anlatılmıştır. Daha soylu ve uygarlık yaratan bir topluluk olarak nitelendirilen Yunanlıların, Türkler gibi yabanıllarca uyruklaştırılması bu tür filozoflarca bağışlanamaz bir olgu olarak değerlendirilmiştir” (5).
Evet,Batı düşünürlerini sosyologlarını,ideologlarını külliyatlarıyla tetkik etmeyenler Batıyı asla gerçek yüzü ile anlayamayacaklardır. Sömürgeciliğine meşru zemin oluşturmak için ırkçılığı gündeme getiren ve milyonlarca insanın kanına girenlerin şuur altında siyah,gri ,beyaz sıçanların onların üstündeki tesirleri yatıyor olmasın?Bildiğiniz gibi veba siyah sıçanlarla olur A. Camus(Camü) nün veba romanında bu hastalığın dehşeti görülür.Griler lağımlara beyazlar laboratuarlara geçer.Kendilerini de Batılılar bu beyaz sıçanlarla,Zencileri de o çok korktukları veba sıçanlarıyla özdeşleştirmişler olabilirler.
İslam, siyah tenliyi beyaz veya buğday tenliden ayırdı mı? Yahut Türk Mitolojisi Siyahı beyaza kardeş kılmadı mı? Bir Karaçay Kurt Mitolojisi’nde(kaynak:Karaçay Bölgesinden: Ali Özden)İnsanlık Kafkasya’dan çıkmıştı. İnsanların siyahisi ile beyazı kardeşti.
Şimdi iki farklı dünyanın zihniyet dünyasını kısaca özetledikten sonra Osmanlı iktisadi Düşüncesinin Temel Ögelerini sizlerle paylaşmak isterim:
Abdullah Mesud Küçükkalay’a göre; “Osmanlı Devleti’nin klasik dönemde, iktisadi hayata karşı, ilk bakışta çok kapsamlı ve ayrıntılara kadar uzayan bir müdahalecilikle, tam bir ilgisizliğin karışımı olarak karşımıza çıkan paradoksal tavır yakından incelendiği zaman, yüzyıllar içinde oluşmuş ve yerleşmiş birtakım prensiplere bağlı bulunduğu görülür. Uygulamaların gözleminden çıkan bu prensiplerin temelinde faktör kontrolü yer alır. Toprak, emek ve kapital üzerinde mümkün olduğu kadar kontrolü elinde bulundurmaya çalışmak, devletin en çok dikkat eder göründüğü temeldir. Devlet zirai toprakların çok büyük bir bölümünün mülkiyetine sahip olmakla birlikte ,fiziki kapital yatırımlarında da sürekli en büyük paya sahip olmuştur. Genel olarak ifade edilebilecek bu kontrol, kendini, maliyeden tarıma, ziraatten ticarete kadar çeşitli boyutlarda hissettirmiştir. Her ne kadar büyük bir devlet olan Osmanlı’nın iktisadi düşünce esaslarını maddeler halinde sistematize etmek zor olsa da olanaksız değildir. Bu anlamda Osmanlı iktisat düşüncesini klasik dönemde şekillendiren ilkeler gelenekçilik, devlet ve topluma öncelik tanınması, ekonomin talep yönlü değil arz yönlü olması, altürist insan modeli, adalet ve refah ilkesi olarak sıralanabilir. (8)
Söz konusu bu unsurlar A. G. Sayar tarafından da biraz farklı bir şekilde tesbit edilmiştir. Sayar’a göre mülkiyet ve toprak rejimi, vergileme, fiyat rijiditesi ve sikke tashihi gibi somut politikaların bir bütün oluşturacak şekilde kendi karşı etkileşmelerinin uzun vadeli bir işlerlik kazanabilmesiyle iç içe, pek şaşırtıcı ve o oranda batılı olmayan ve su katılmadık Osmanlı gerçeğine damgasını vuran kurumsal unsurlar bulunmaktadır. Buna göre yaparım gücünü din ve törenin üzerine çekebilmiş bir devlet felsefesi ile devlete, dine, töre ve geleneklere itaatkar, zayıf tüketim alışkanlıklarına sahip, maddeyi (dünyayı) kendi haline terk eden Osmanlı ihsanının normatif unsurlarla kurduğu ilişki ihmal edilemez. Sonuçta fütuhat olgusunu ve gaza malını da bu karşılıklı etkileşim ağına dahil etmemiz gerekiyor. Yaklaşık XVIII. yüzyılın sonuna kadar bu unsurlar arasında karşılıklı bağımlılık olmakla birlikte, sistemin can suyunu Osmanlı insanı vermekteydi. (9)
Osmanlı iktisadi düşüncesini belirleme noktasında provizyonizm (iaşe), gelenekçilik ve fiskalizm(devletin gelirlerini en yüksek düzeyde tutma ve giderlerini en düşük düzeyde tutma gayreti) bulgularını ortaya koyan Mehmet Genç olmuştur (10).
Aşağıdaki şekilde Osmanlı Devleti’nin iktisadi düşüncesi birbirleri ile ilişki içinde, şematik ve toplu olarak görülmektedir, iaşe ilkesi ekseninde ekonomik faaliyetin amacı, ekonomide verimliliğindüşük olması ile ulaştırmanın zor ve pahalı olması nedeniyle, tüketici bakış açısından insanların ihtiyaçlarını karşılamak. Üretilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ucuz olması, yani piyasada mal arzının mümkün olan en yüksek düzeyde tutulması esas hedeftir. Onun içindir ki iaşe ilkesi Osmanlı. iktisat politikasının en önemli ilkesidir. Bu ilkeyi geçerli kılmak üzere Osmanlı Devleti, ekonomide mal arzını bollaştırmak, kalitesini yükseltmek ve fiyatını düşük tutmak için üretim ve ticaret üzerine sıkı şekilde yürütülen bir müdahaleciliği benimsemiş bulunmak idi.Bu müdahale narh uygulaması ile birleştirildiği zaman piyasanın düzenlenmesinde özellikle kıtlık ve bolluk zamanlarında tahsis ve stok politikaları ile de desteklenerek uygulanmıştır. Bu ilke iş ticaret ilkesinde bugün anlaşılması henüz mümkün olmayan italat serbestisi ve ihracatın sınırlama altında tutulması ilkesini beraberinde getirmiştir. Silah satışının yasaklanması bir yana, çoğu zaman gıda maddelerinin ve ipek böceği kozası gibi malların dışarıya satışı yasaklanmakta ama ithalata hiçbir sınırlama konmamakta di. Osmanlı’nın oldukça sıkı ilişkiler içinde bulunduğu Avrupa’da ilk belirtileri modern zamanların başlarında ortaya çıkan ve merkantilist dönemde zirveleşerek günümüze kadar değişik şekil ve ugulamalar içinde sürdürülmekte alan korumacı iktisat politikalarının tam tersi bir politika izleyerek yüzyıllar boyunca bunda direnmiş olması, anlaşılması zor problemlerin belki en ilginç olanıdır. Batılı ülkelerin giderek artan çoğunluğu ithalatı kısmak, kotaya bağlamak, farklılaştırılmış yüksek gümrük duvarları koymak hatta yasaklamak ve buna karşılık ihracatı geliştirmek, teşvik etmek için yarışır, hatta savaşırken, Osmanlı Devleti’nin tam zıt denilebilecek bir politika ile ithalatı serbest bırakıp, ihracat üzerinde kısıtlama, sınırlama ve gümrük duvarlarını yükseltme, hatta yasaklamalara varan düzenlemeler getirmesi izahı kolay görünmeyen bir tavırdır. XVI. yüzyıldan XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiş olan bu tavrın, önemli bir değişiklik içermeyen son örneğini 1838 tarihli meşhur Osmanlı-İngiliz ticaret anlaşmasında buluyoruz. Nitekim 1838 ticaret anlaşmasının arefesinde hazırlanan ve resmiyet kazanıp kazanmadığı belli olmayan bir layiha bütünü ile incelendiği zaman, provizyonist, gelenekçi ve fiskalist kaygıların yine ön planda olduğu görülür.
Gelenekçilik, eskiden beri süregelen bir kültür birikiminin oluşturduğu, süzülerek geçmişten gelen ve Osmanlı tarafından benimsenerek kanun-u kadim olarak ifade edilen uygulamalardır. Kanun-u kadim bir dengedir ve bozulmalar ona dönüş suretiyle giderilebilir. Osmanlı’daki karar, ilişki ve kurumlar, teknolojik değişmenin, büyümenin, gelişmenin, yahut en genel ifadesi ile ilerlemenin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı, düşünülmediği ve beklenmediği bir ortamda söz konusuydu. Bu sebepten de değişmeleri için bir neden yoktu. Daha doğrusu değişmemeleri idealdi, ilerleme, kötüden iyiye, yahut az iyiden çok iyiye doğru önü açık, kademeli bir değişme fikrine de hiçbir şekilde zihinlerinde yer yoktu. Evren hakkındaki temel doktrinlerinde, yani dinin yapısında buldukları modeli, sosyo-ekonomik dünyaya da uygulamakta, yansıtmakta tereddüt etmiyorlar, yani, gerçek, tıpkı dinde olduğu gibi sosyo-ekonomik dünyada da tekti, buna karşılık yanlışlar sonsuzdu. Yanlışların okyanusunda, tek olan gerçeği, nasıl dinde ve doktrinde Allah vahiy yoluyla vermişsebir ölçüde o vahye uyarak yerleştirilen gelenek ve tecrübelerle oluşan sistemin unsurlarını da tıpkı dindeki tek gerçek gibi sımsıkı korumamız gerekir diye düşünüyorlardı. Bu kısaca gelenekçilik olarak isimlendirilebilir.
Fiskalizm ise devletin gelirlerini en yüksek düzeyde tutma ve giderlerini en düşük tutma gayreti olarak ifade edilebilir. Nitekim Şerif Mardin bu anlamda Osmanlı’nın mali bir devlet olarak nitelenebileceğini, amacının kırsal ekonomiden alman vergileri azamileştirmek olarak açıklanabileceğini söylemiştir. Ancak modern iktisat teorisinin aksine dış ticarete hiçbir zaman gelir getirici bir unsur olarak bakılmamış iç talep karşılandıktan sonra marjinal faydası olmayan ya da düşük olan mallar ihraca konu olmuştur.
Dış ticaretin bu ithal eğilimli yapısı Osmanlı siyaseti ve Akdeniz’dekiticari çıkarlarla (özellikle transit) birleşince hem Akdeniz’i ve Osmanlı topraklarını ekonomik bir merkez olarak tutmak, hem deAvrupa siyasi birliğini lehe çevirmek amacıyla kapitülasyon uygulamaları gündeme gelmiştir.
Batılı devletler ile Müslümanlar arasında ticaret özellikle XI. vüzyılın sonunda başlayan Haçlı Seferleri ile gelişmiştir.
Papalığın teşvikiyle, Hıristiyan Avrupalıların, Müslümanlara karşı tertip ettikleri seferlerin umumî adı. En önemlisi dînî olmak üzere, siyasî, sosyal ve iktisadî sebeplere dayanan Haçlı seferlerini, Papa İkinci Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmayla başlatmıştır. Asırlarca devam edip, milyonlarca insanın can kaybına, devletlerin yıkılıp, ülkelerin tahrip olunmasına sebep olmuştur(8).
Alev ALATLI’nın “Valla Kurda Beni Yedirdin”eserinde ;
“Türklük şuurunun birleştiriciliğini algılama güçlüğü çekenlere verdiği mesajda “Cancağızım biz et ve tırnak gibiyiz.Sen diyeceksin sen tırnak ol ben et veya ben dağ türkü olmayayım sen ova kürdü ol diyeceksin.Hayır cancağızım.Batının tanıdığı Urbanus’un “barbar Türk” dediği benim.”
Osmanlı ticaret anlayışında Küçükkalay’ın da söylediği gibi; Batılı anlamda büyük hacimli üretime imkan tanınmamıştır. Özellikle tüccar ve üretici sermayeleri bu anlamda önemli olarak bunun ve devletin baskısı altında tutulmuştur. Osmanlı canlı iktisadi düşüncesinde son unsur altürist (diğergam) insan modelidir ve sistemin temelini bu model temsil eder. Bu model fütüvvet, ahilik, Türklük ve İslamlık unsurları tarafından yoğrulmuş, sosyal dayanışmayı, iyi niyet ve samimiyeti, iradesine sahip , bencillikten ve kibirden uzaklaşmayı hürriyet ve kanaati, dürüstlük, hürmet ve merhameti hedef edinen bir insan modelidir.
…………..TARİH’DE YOLCULUK (3) ‘de görüşmek üzere…….
KAYNAKLAR:
1. Ulaş Başar Gezgin.Teori. Tüfek, Mikrop ve Çelik” Üstüne
2. Amiran Kurtkan Bilgiseven. Eğitim Yoluyla Kalkınma. 1972.
3. Ömer Lütfi BARKAN. “Feodal Düzen ve Osmanlı Tımarı”, Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler I, 1980.
4. Karl Marx. Kapital I. Cilt. Sol yayınları.1997.
5. Onur Bilge Kula. Batı Düşüncesinde Türk ve İslam İmgesi.büke yayınları.2002.
6. Ahmet Rıza bey. “Batının Doğu Politikasının Ahlaken iflası” Kültür Bakanlığı Y. 1988.
7. Ahmet Yüksel Özemre.Din, İlim, Medeniyet (Düşünceler); Pınar Yayınları, , İstanbul 2002.
8. A.Mesud Küçükkalay. Coğrafi Keşifler ve Ekonomiler.Çizgi Kitapevi.2001.
9. A.Güner Sayar. Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması. Der yayınları..1986.
10. Mehmet GENÇ, “Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün ilkeleri”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, (Der. Mehmet GENÇ), Ötüken Yayınlan, 2000.