Kürt sözcüğüne ilk defa Yeniseydeki Elegeç-Göktürk Yazıtları’nda bir “uruk” ya da “boy” adı olarak rastlamış olmamız (“Ey Kürt Beyleri!..”..“Kürt elinin Hanı Alp Urungu..” örneklerinde görüldüğü gibi); bazılarınca ilk “Kürt Tarihi” yazarı sayılan Şeref Han’ın, Şerefnâme adlı eserinde (16. Yüzyıl) Kürtlerin soyunu Oğuz boylarına kadar dayandırması; 1918’de Kürt Teâli Cemiyetin’nin üyesi olan Dr. M. Şükrü Sekban’ın yıllar sonra Paris’te Fransızca olarak yayımladığı “Kürt Meselesi” diye çevrilen kitabında “Türklerle Kürtlerin ayni soydan olduğunu”un kanıtlarını ortaya koyması; Zaza Türklüğünün temsilcilerinden öğretmen M. Şerif Fırat’n ”Doğu İlleri ve Varto Tarihi” kitabında yine “Kürtlerin de Türk soyundan geldiğini”, keza “Kürtçenin bir dil değil lehçe olduğunu”, sosyolojik ve etnografik verilerle kanıtlaması (en son Prof. Ahmet Buran’ın ayni konuyu “Karma Diller, Klasik Osmanlıca ve Kürtçe” adlı makalesinde Rus Akademisinin yayımlarına dayanarak temellendirmesi); Rişvanlı aşireti mensubu Dr. Mahmut Rişvanoğlu’nun ise “Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm” kitabında bütün bu işlerin emperyalizm arka plânını açıkça ortaya koymuş olması; daha yüzlerce belge-bilgi-yayın hiç önemli değil… Çünkü Batı’nın çoğu siyaset bezirgânı şarkiyatçılarıyla birlikte, ajanları, stratejistleri “Şark Siyaseti”nin gereği olarak hükümlerini çoktan vermişlerdir: Kürtler ayrı bir millet… Bizim sözde aydınlarımız ve gazetecilerimiz ise – Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi – sanki Batı’nın, ses tıkaçları yerleştirilmiş ağızlarıyla avaz avaz bağırmaktadırlar: Kürtler ayrı bir millet ve her millete bir devlet – hiç olmazsa özerklik!… Daha 1919’da ünlü İngiliz ajanı Binbaşı Noel’in, Şark Siyaseti’nin uzantısı olarak “Kürtler Hakkında Bir Not” adıyla hazırladığı raporunda, “Kürtler ârî (Hint-Avrupa) ırka mensup oldukları cihetle Avrupalılara veya başka bir deyişle Hristiyanlar’a, Türklerden daha yakındırlar”[1] hükmünün ne anlama geldiği, üstelik böylece nasıl bir strateji ortaya koyduğu da onlar için önemli değildir. Hele de Anadolu’nun Batı bölgelerindeki Karakeçili oymaklarına karşılık Doğudaki ayni aşiret mensuplarının Kürtçe konuşması, keza nice Beydilli (Badıllı), Afşar asıllı Türk oymaklarının; Doğudan Orta Anadolu’ya kadar yayılmış Rişvanlı aşiretlerinin; Urfa’da 50 küsur parça köyde toplanan Karacadağ Türkmenleri’nin Kürtçe konuşur olmakla beraber hemen ekseriyetinin Türk olduklarını gururla ifade etmesi; bunlardan çoğunun dernekleşmek yoluyla kimlik mücadelesine girişmeleri, yine onlar açısından hiçbir anlam ifade etmemektedir. Onlara göre varsa yoksa, yüz elli yıldan beri etnikçilik aşkına tutulmuş Batılıların (Avrupa ve Amerikalıların) ne dedikleri, olaya nasıl baktıkları, bizatihi bizim insanımızın sözde huzur ve mutluluğu için – ama bize rağmen (!) – canla-başla nasıl çalıştıklarıdır.[2]
Sadece buna, yani “Kürtlerin ayrı bir millet” olduğuna değil, Anadolu’nun doğu ve güney doğusunun “Kürdistan” olduğuna da onlar çoktan karar verdiler. Gün geçmez ki, gazetelerindeki köşelerinde bu konulara dair yazılar çıkmasın.
Güneri Civaoğlu Tipi Aydınların Kaygısızlığı
Şimdi biz en son bir olumsuz örnek olması hasebiyle, önce kıdemli gazetecilerimizden Güneri Civaoğlu’nun bu konuya dair propaganda kokan yazısını ele almak, sonra da 1925 Şeyh Sait İsyanı üzerine aynen bugünleri hatırlatır şekilde zamanın basınında dolaşan “Kürdistan” adlandırmasına cevap olarak, ünlü tarihçimiz Mükrimin Halil Yinanç’ın kaleme aldığı bir makalesini gündeme getirmek istiyoruz.
G. Civaoğlu’nun yazısının başlığı “Âkil adamlarda Bedirhan damarı” (Milliyet, 4 Eylül 2012). Yazar, “kanın durması için âkil âdamlar grubunun oluşmasını” gündeme getiriyor ve bunda Günsiad başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu’nun güya oynayabileceği role işaret ettikten sonra, daha önemlisi zamanında Bedirhanlı aşiretinden Ali Bedirhan’ın, Mustafa Kemal’e yazdığı mektubundan söz ediyor. Orada şöyle denmiş:
Türkiye’de Kürdistan meselesi, Kürd Ümerası’nın, ilk Osmanlı tarihi “Heşt Behişt” müellifi İdris-i Bidlisi vasıtasıyla Sünni hükümdar Yavuz Sultan Selim’e biat ettikleri günden beri mevcuttur.” Civaoğlu, bu ifadelere bakarak “biat” olayının sözde “tarihi derinliklerine” inme ihtiyacı duyuyor. Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e karşı doğudaki “sünnî Kürtler”le yaptığı anlaşma şartlarına değiniyor:
“İran’a giden yolda yarı bağımsız güçlü Kürt aşiretleri vardı. Osmanlı ile 25 Kürt aşireti arasında bir bağlılık antlaşması yapıldı. Bu antlaşma o bölgedeki Kürt aşiretlerine “özerklik” diye de yorumlanabilecek bir tür bağımsızlık (bu vurgular yazarın) öngörüyordu. Yavuz’un fermanıyla yasallaşan antlaşma sonradan gelen Osmanlı sultanları tarafından da tanınacaktı. Kürtler Osmanlı’nın bütün savaşlarına katılacaktı. Osmanlı da Kürtleri hedef alan yabancı saldırılara karşı yardım edecekti.” G. Civaoğlu, bu anlaşmanın 1850’ye kadar yürüdüğünü, o tarihte Sultan Abdülmecid’in, nüfuzu çok artan Bedirhan Bey’in üzerine asker gönderip onlarla savaştığını (dikkat buyrulsun, hiç devlete isyan ettiklerinden filân, bahsedilmiyor. MK); nihayet, aşiret reisi Bedirhan Bey’in önce İstanbul’a götürüldüğünü, sonra da Girit’e sürüldüğünü anlatılıyor.
Yazının sonundaki, “Ahmet Kardam’ın, dedesi Emir Bedirhan’ın direniş yıllarına ilişkin incelemesinde bu yaklaşımların ötesinde de önemli anlatımlar var” cümlesinden, bütün bu bilgilerin – gazetecilik alışkanlığıyla – künyesi verilmeyen bir kitaptan alındığı anlaşılıyor. İnternete girince karşımıza eski komünistlerden Nabi Yağcı’nın Taraf Gazetesi’nde çıkan “Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan /Türk Tarih Tezi çökerken” başlıklı yazısı ve Kardam’ın, “Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan-Direniş ve İsyan Yılları” (Dipnot Yay. 2012) adlı kitabı çıkıyor.[3]
Gelelim, Güneri Civaoğlu’nun yazısının içeriğine ve amacına:
Sözde “Arap Baharı”ndan ilham alan bölücü örgüt bu yaz taktik değiştiriyor, sadece kırsalda değil şehirlerde de hâkimiyet kurduğunu dünyaya ilan etmek – oradan meseleyi uluslararası düzleme çekmek – için sürekli saldırıyor. Art arda şehit haberleri geliyor; 2 Eylülde 10 askerimiz de Betüşşebap’ta şehit ediliyor (cümlesine rahmet ve ailelerine sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.) Böylesi bir süreçte, etnik fitne kaynaklı siyasî kürtçülüğün zirveye çıktığı ve dağ kadrosunun hunharca saldırılarıyla nerdeyse her gün kan akıttığı bir zamanda, siz kalkıp tecrübeli bir gazeteci olarak – güya Osmanlı’yı örnek göstererek – “Kürdistan’a özerklik” temalı bir yazı yazıyorsunuz. İşte bu bağlamda bu yazının içeriği çok hazin!.. Amacı ise, böylesi bir ortamda, milletin âdeta burnundan nefes aldığı bir hâlde, ona “başka çaren yok” dercesine “Kürdistan propagandası” yapmaksa eğer, bu öbürüsünden de hazin!.. Oysa G. Civaoğlu’ndan, bu konunun, Batı emperyalizminin Ortadoğu güncellemesi olduğunu çok iyi bilmesi ve asıl bu hususun “tarihî derinliklerine inmesi” beklenirdi; çünkü tarihî süreç meydanda. İnsan sormadan edemiyor: Ne bu kaygısızlık?… Yine sormak gerekiyor: Gençliğinde kendisinin taparcasına bağlı olduğu İsmet Paşa’nın, Lozan Konferansında, Kürtler konusunda ileri sürdüğü tezi de mi hatırlamıyor acaba? Milletin yüklediği sorumluluk bilinciyle – Lord Gürzon’un baskılarına karşı – orada şöyle söylemişti İsmet Paşa:
“Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür; oysa bu iddiayı, Türklerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopaedia Britannica yalanlamaktadır. Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiçbir yönden Türklerden farklı değildirler. Ayrı dilleri konuşmakla birlikte, bu iki halk, soy, inanç ve görenek bakımından tek bir bütünü meydana getirmektedir.” [4]
Bütün bunların hiçbir anlamı yok sanki… Malum zihniyetteki yazar-çizer, gazeteci ve akademisyenler nezdinde, Kürtler ayrı bir millet olmaktan başka Doğu ve Güneydoğu Anadolu da “Kürdistan”dır artık. Bu kabil yazılar basında şimdi o kadar yaygın, harcı âlem hâle geldi ki, kimsenin neredeyse aldırış ettiği bile yok. Mesele, “Kürtçe yer adlarının iadesi”nden başlayarak “TRT ŞEŞ”ten, “Kürtçe Seçmeli Dersler”e kadar gelip dayandı. Ne gariptir ki, 2005’te verilen ilk işaretten bu yana “tanınan” onca “yeni haklar”, ne bölücü örgütleri, ne arkalarındaki ideolojik yandaşlarını tatmin etti; tatmin olmak ne kelime, artık “bölünmekten korkmayalım” ısındırma tavsiyeleri, en azından Anayasa’da “Türk milleti”ne eş etnik isimler arayışı başladı. Etnik Terör ve çatışmaların hızı artıkça, Al bayrağa sarılı tabutlar milletin yüreğini dağladıkça, bu arayışların da hızı o nispette artmakta… En tehlikelisi; “ateşin düştüğü yer”lerin çıkardığı yangınlar dışında, âdeta milletin duyarsızlaştırılmaya çalışılması… Yakın tarihimizde asla olmamış, kimsenin hayal dahi etmediği, aklından geçirmediği yeni bir süreç yaşıyor ülkemiz.
Mükrimin Halil Yinanç’ın Kaygısı
İlk Selçuklu Tarihçimiz Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç (Elbistan, 1900-İstanbu, 1961), Ortaçağ İslâm tarihçisi olmakla beraber, özellikle Anadolu Selçukluları ve Anadolu’nun Türkleşmesi üzerine büyük bir otorite sayılmaktadır. (Tarihçilerimiz tanır, belki 50 cildi geçecek bütün eserleri ve notları yayımlanınca, inşallah aydınlarımız ve gençlerimiz de öğrenecektir.)[5]
Bundan 87 yıl önce, yani 1925’te, Mükrimin Halil’in genç ve parlak bir tarihçi olarak temayüz ettiği sırada Doğuda Şeyh Sait isyanı çıkmıştır. Şeyh Sait hadisesi münasebetiyle, bugünlere benzer bir şekilde gazetelerde ve ağızlarda Kürdistan tabiri dolaşıp durmaktadır. Gidişattan kaygı duyan Mükrimin Halil Bey,16 Nisan 1925 günü, “Manasız Bir İsim: Kürdistan” başlıklı bir makale yayımlar. Amacı, Anadolu Türk Tarihini yazan birisi olarak hem konuyu ilmî sınırlarıyla ortaya koymak ve hem de ülke bütünlüğü açısından dikkat çekmektir. Makalesinde “gerçekten tarihin derinliklerine inerek” sırayla, “Kürdistan” tabirinin ilk kez nerelerde geçtiğini, Kürtlerin eskiden nerelerde meskûn olduğunu ve bu tabirle nerelerin kastedildiğini ele alır. Daha sonra tarihte Doğu Anadou’nun bir kısmına bu ismin ilk kez Yavuz Selim döneminde İdris-i Bitlisî tarafından Heşt-Behişt’te uydurulduğunu, ardından başta Hoca Saadettin olmak üzere sonraki tarihçilerin de bunu araştırmaksızın kullandıklarını delilleriyle ortaya koyar.[6] Kastedilen meskûn yerlerle ilgili paragrafı özetleyerek – ve gençler için biraz sadeleştirerek – veriyoruz (parantez içi açıklamalar bize ait. MK):
Kürdistan ismi ilk önce İlhanlı tarihçileri Reşidüddin ile Ebu’l-Kâsım Kâşânî’nin kitaplarında geçer. 14. yüzyıl başlarında yazılan bu kitaplarda Erdelan (İranda, Azerbaycan sınırında) ve Luristan (güney-batı İran’da, ikisi de çoğunlukla dağlıktır) bölgelerinin bu isimle anıldığı görülmektedir. 15. yüzyılda yazılan Nizâmüddin Şâmî’nin ve Şerafeddin Ali Yezdî’ninkitaplarında bu ismin Hoy şehri (İran’ın Batı Azerbaycan’ında) ve Şehrizor’a tahsis edildiği görülmektedir (bugün Kuzey Irak’ta Süleymaniy’nin doğusunda kalan eski bir şehir). Bunların ardından giden birçok tarihçi de (ki, üç kişi anıyor) Kürdistan isimiyle ayni yerleri kastetmişlerdir. Bütün bu tarihler bize gösteriyor ki, “Kürdistan”, eskiden Irak-ı Arap ile Irak-ı Acem denilen bölgelerin ayrıldığı hatta, zikrettiğimiz alanları ihtiva eden bir mıntıkadır. Eski tarihçilerin hiçbirinde Anadolu’nun herhangi bir kısmına“Kürdistan” ismi verildiği görülmemiştir.
Mükrimin Halil Bey, bundan sonra Anadolu Tarihini özetlerken:[7]
Milattan önce 6. Yüzyıldan itibaren Batı Anadolu’daki Frigyalılar’ın bir kolu olan Ermeniler’in Doğu Anadolu’ya geldiklerini ve uzun asırlar (Roma ve Bizans dönemleri dâhil) burasının “Ermeniye” diye anıldığını;
Sonra Arap-İslâm ordularının Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerini; bir ara Doğu Roma tarafından tekrar alındığını; Fakat Müslümanların elinde kalan ve halkının büyük çoğunluğu Arapça konuşan Diyarbekir bölgesinin, gerçekte “birer Abbasi valilerinden başka bir şey olmayan “Şeyh”, “Hamedan ve “Mervan” aileleri tarafından idare edildiğini”[8];
11. Yüzyıl ortalarından başlayarak Selçuklular tarafından gerek Doğuda Bizans’ın elindeki “Ermeniye” kısımları, gerekse Güneydoğuda Mervanoğulları’nın elindeki Diyarbekir bölgesi, nihayet bütün Anadolu’nun kesin olarak Türklerin hâkimiyetine geçmekle onların “vatanı” hâline geldiğini;
Sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin Anadolu’da iki buçuk asır boyunca sağladığı birliğin Moğolların işgaliyle bozulduğunu; ama kısa bir zaman sonra onların çekilişiyle beraber Beylikler döneminin başladığını, o yıllarda da Güneydoğu vilâyetlerinde Akkayonlu ve Karakoyunlu diye iki Türk devletlerinin hâkimiyetini;
Nihayet Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim eliyle Anadolu’daki birliğinin yeniden ve kâmilen gerçekleştiğini, genel hatlarıyla anlatıyor.
Ve merhum tarihçimiz makalesini şöyle bitiriyor:[9]
“Eskiden ‘Ermeniye’ adıyla bilinen Doğu Anadolu’muz, Anadolu’dan ayırmayı icap ettirecek yahut ayrı bir bölgeye delâlet edecek hiçbir isim almamış, bazen küçük küçük vilâyetler hâlinde idare edilmiş, bazen de tek bir emirlik hâlinde ve ‘Diyarbekir’ emirliği olarak idare olunmuştur. Bütün tarihi devirlerde Anadolu’nun herhangi bir kısmına ‘Kürdistan’ adı verildiği hiç görülmemiştir.
Yalnız son asırlarda Ermeni milliyetçileri, Ermenilik adına siyasî ve kültürel faaliyette bulunarak Anadolu’da bir Ermenistan vücuda getirmek hülyasını takip ettikleri esnada, Doğu Anadolu’ya eski çağlardaki adıyla ‘Ermeniye’ demeye başlamışlar ve o yolda pek çok eserler yayımlamışlardı. Türklere düşman olan Avrupalılar da Ermenilere taraftarlık ediyorlar ve yayımladıkları tarih ve coğrafya kitaplarında Doğu Anadolu’yu ‘Ermeniye’ diye adlandırarak onlara mânen arka çıkıyorlardı. Ermenilerin faaliyeti II. Abdulhamid’i son derece kuşkulandırmış idi. Adı geçen Hâkan, “Ermeniye” ve “Ermenistan” adını ortadan kaldırmak için Doğu Anadolu’nun ‘Kürdistan’ adı altında anılmasını ve mekteplerde okutulan tarih ve coğrafya kitaplarına o suretle geçmesini uygun görmüştü. Bu sebepten dolayı, Heşt Behişt yazarının (İdris-i Bitlisî’nin) icadı olan ve onun izinden giden yazarlar tarafından aynen korunan “Kürdistan” adı, incelenme ve araştırmayla ilgisi olmayan yazarların himmetiyle yayıldı ve genelleştirildi. İlmî ve tarihî bir değeri bulunmayan bir ad ortaya çıktı.”
Sonuç
Mükrimin Halil Bey’in ulaştığı sonuç: “Şu açıklamalar bize gösteriyor ki, Anadolu’da bütün mânasıyla tam bir birlik mevcuttur. Bu birlik, bin seneden beri devam edip gelmiştir. Anadolu’nun her tarafı ‘Anadolu’ adıyla adlandırılmıştır. Anadolu’da hiçbir bölgenin “Kürdistan” adını taşıdığı görülememektedir. İlmî ve tarihî hiçbir değeri olmayan böyle bir tabirin (1925 yılı şartlarını kastederek-MK) bundan böyle anılmaması hem ilmî gerçekler adına, hem de ülke bütünlüğü adına temenniye şayandır.”
Merhum Mükrimin Halil ve benzeri tarih bilginlerimiz, yani sade o değil Osman Turan’lar, Faruk Sümer’ler, İbrahim Kafesoğlu’lar, M. Altay Köymen’ler, bugünün Türkiyesi’nde ülke bütünlüğü adına yaşanan son tartışmaları yerlerinden kalkıp görseler, kahırlarından bir daha ölürlerdi herhâlde!..
Nihayetinde biz de sorarak bitiriyoruz: Bilir-bilmez, sorumlu-sorumsuz nicesinin sözde allâme kesilip bin yıllık vatanımızın bir bölgesine “Kürdistan” damgası vurmaya yeltendiği; hatta bu “hülya”yı hayata geçirmeye çalıştıkları bir zamanda, Mükrimin Halil Yinanç’ların kaygısına ve uyarısına kulak kabartabilecek inanç ve irademiz var mı acaba?
Varsa eğer, onun ve onun gibi düşünen ebediyet kervanının ruhu şâd olacaktır!..
[1] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, “Güneydoğu ve Etnik Yapısı”, Etnik Sosyoloji , Timaş Yay.,İst., 1998, s. 130.
[2] “Batıcılar”a çok da haksızlık etmeyelim, sadece onlara yüklenmeyelim: Şükür (!) artık “İslâmcı” yoldaşları da var. Mâlumunuz Ali Bulaç ile değerli hemşehrim Ahmet Taşgetiren onların sadece “kaliteli” iki örneği. Oysa A. Taşgetiren 2005’te bu konuda daha makul bir çizgide idi. Hatta “Kürt açılımı”nın taşları döşenirken, Başbakan’ı yanlış yönlendirmeye çalışan “aydın danışmanlar” konusunda yazdığı bir yazı yüzünden Yeni Şafak’taki başyazarlık köşesinden bile olmuştu. (Ama hemşehrimin saflığına bakın ki, geçen yıl yazdığı bir yazıda – 30 Eylül 2011, Bugün gazetesi – dağdakileri indirmesi için “Öcalan’a Tarihî Çağrı”da bulunuyordu.) İlginçtir, yukarıda andığımız Binbaşı Noel o günün şartlarında “Milliyetçi ve İslamcı akıma taraftar olan Kürtler arasında sadece Milliyetçi (yani “ırkçı”MK) olanları” desteklemektedir. Çünkü ona göre Türkler, “İslâmcılarla ortak bir çizgide işbirliği yapabilirler.” O gün için Noel haklı olabilirdi ama bugün geçerli değil herhâlde… Çünkü bugün için Türklerin, değil Kürtlerin İslâmcılarıyla, Türklerin İslâmcılarıyla dahî bu konuda işbirliği yapma şansı neredeyse kalmamıştır (insanın içini burkan bir gerçek!..)
[3] “Türk Tarih Tezi” nasıl çöküyormuş diye, Eski Tüfek Yağcı’nın yazısına göz atınca,söz konusu tezin “anakronik” olduğu, Kürtlerin “iç asimilasyon”a, “gizli Kürdoloji”çalışmaları’na tabi tutulduğu ve bu sonuncusunun bizzat Ziya Gökalp’a yaptırıldığı iddialarını gördük. Belki birilerinin kafasından bunlar geçmiştir, fakat “gerçekleşmediği” ortada (çükü tarih boyunca her gittikleri yerde hep Türkler asimile olmuşlardır). Gökalp’ın “gizli” değil, “açıktan” yaptığı bütün çalışmaları ise, köklerinin ve kültürlerinin bir olduğunu düşündüğü Türklerle Kürtlerin, bu coğrafyada emperyalizmin oyuncağı olmadan, millî bütünlük içinde yaşaması kaygısından kaynaklanıyordu. (“Bütünlük” ve “emperyalizm” kaygılarıyla bu coğrafyadaki tüm sorumlulara seslenen önemli bir yazı için bkz: Doğan Kuban, “Siyaset Sorumlularına: Türkler, Araplar, İranlılar ve Kürtler”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji eki, 14 Eylül 2012, s.5.):Peki, “siyasî Kürtçüler”de bu kaygıların zerresini görebilir miyiz?
Ayrıca, “Bedirhanlılar’ın tarihini yazdığı söylenen torunları A. Kardam acaba, Osmanlı arşivlerine girmişken, Türk Kurtuluş savaşı arifesinde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da dedelerinin İngiliz mandasında bir Kürt devleti kurmak için nasıl mücadeleye giriştiklerini de görmüş müdür? Keza, aşiretle sıkı ilişkiler kurmuş olan İngiliz ajanı Binbaşı Noel ile dedelerinin- ayni belgelerde – ortak amaçlarının ne olduğunu görüp bir nebze olsun vicdanı sızlamış mıdır acaba?
[4] Seha L. Meray (çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler, cilt: I, Kitap: I ,1969, s.346. Zikreden: Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, a.g.e. s.116. (Bugün Devleti yönetenler ya da onların gerçek müşavirleri, eğer Türkdoğan’ın bu kitabından gereği gibi haberdar olsalardı, ülkenin çektiği etnik sıkıntılar belki de çok daha kolay atlatılırdı.)
[5] 2011, Mükrimin Halil Bey’in 50. Vefat Yılı olması hasebiyle 2011-2012 içerisinde, adına kurulan ELBİSTAN MÜKRİMİN HALİL YİNANÇ AİLE VAKFI (Elmühay)’nın girişimleriyle 5-6 yerde hakkında muhtelif anma toplantıları yapıldı. Ayrıca, birisi İstanbul Büyük Şehir Belediyesi yayınları arasında (Yay. Haz: Ömer Hakan Özalp, Dostlarının ve Sevenlerinin Kaleminden Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, İst. 2012, büyük boy:244 s.); diğeri Elmühay’ın ilk yayını, bir biyografi kitabı olmak üzere (Ömer Hakan Özalp, Tarihe Adanmış Bir Ömür Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, İst. 2012, 546 s.) iki eser yayımlandı. Merhumun da kurucuları arasında bulunduğu Türk Tarih Kurumu ise “Mükrimin Halil Yinanç’ın bütün eserlerini yayımlama kararı” aldı. Dileyelim gecikmeden gerçekleşsin!..
[6] Mükrimin Halil Yinanç, “Mânasız Bir İsim: Kürdistan”, Yeni Türk, Nu: 16, 16 Nisan 1341 (1925)/23 Ramazan 1343, s. 3. (Makale yakında Ö. Hakan Özalp’ın, merhum için çıkardığı – yukarda andığımız – biyografi kitabında özetlendi. Çevrim yazısı tarafından yapılmış aslını da bize gönderen sevgili Ö. Hakan Özalp’a çok teşekkürler.)
[7] Mükrimin Halil Yinanç, mufassal Anadolu Türkleri Tarihi’ni 18 defterden oluşan dört cilt hâlinde planlamış, fakat ömrü içinde bunun sadece (1944 yılında) bir cildini yayımlayabilmiştir. Yeni baskısı için Bkz: Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, Cilt: I, Yay. Hazırlayan: Re’fet Yinanç, Ekol Yay. Ankara 2009. (229 s.)
[8] Diyarbakır Tarihi, M. Halil Yinanç tarafından İslâm Ansiklopedisine (M. E. B. Yayını) mufassal bir madde hâlinde yazılmıştır. Bkz: Cilt: 3, s. 601-627.
[9] Bu kısım doğrudan Ö. Hakan Özalp’ın kitabından alınmıştır: Tarihe Adanmış Bir Ömür Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, s. 51 vd. (Tarafımızdan sadeleştirilmiştir.)