Modernleşme ve kentleşme çabaları ile zorunlu kültür değişmeleri ve hızlı sosyal değişmelerin bir araya gelmesi sonucunda, hemen hemen bütün toplumlarda geleneksel bilgi sistemi giderek gerilemeye başlamıştır. Bu çerçevede, aile, komşu, yakın akraba ve dostluk grupları gibi geleneksel sosyalleştirme kurum ve ilişkileri yerine “okul” ve “medya” türü modern kurumların etkileri giderek daha fazla genişlemektedir. Aslında, her kademedeki “okul” ile her türlü “medya” kuruluşlarının işlevselliğinde ve işletilmesinde geçerli olan bilgi girdileri, büyük ölçüde üniversite sisteminden üretilmekte ve dağılmaktadır. Meselâ, her düzeydeki eğitim-öğretim kuruluşlarındaki öğretici ve yönetici kadroların tamamı, üniversite kurumunun çeşitli yükseköğretim birimlerinden yetişmektedir. Ayrıca, eğitim ve öğretim düzeyi nispeten yükselmiş olan günümüz toplumlarının çoğunda, en temel geleneksel sosyalleşme kurumu olan ailenin yetişkin bireyleri olarak anne ve baba ile ailedeki diğer yetişkinlerin kişilik ve davranış özelliklerinin şekillenmesinde de, büyük ölçüde üniversitelerin farklı kademelerindeki eğitim-öğretim kuruluşlarının katkısı dolaylı veya doğrudan olmaktadır.
Modern toplumların etkileri ve müdahaleleriyle birlikte, özellikle hızlı ve kapsamlı zorunlu ve serbest kültür değişmelerinin yaşandığı modernleşmekte olan ülkelerde, geleneksel insan yetiştirme ve kültürü devam ettirme kurumu olarak ailenin etkileri, büyük ölçüde “okul” ve “medya” tarafından işlevsiz ve etkisiz hale getirilmiştir. Meselâ, Türkiye’de şu anda Batıcı kültür politikalarının ana merkez üslerinden biri olarak çeşitli kitle iletişim araçlarının açık ve örtülü aile kurumu karşıtlığı bütün hızıyla devam etmektedir. Geleneksel aile kurumu, sadece insanların fiziki ve biyolojik yetişme ve barınma ihtiyaçlarına cevap veren bir kurum seviyesine indirgenirken, bu kurumun çocuk ve gençlerinin kültür ve bilgi bakımından yetiştirme işlevleri, neredeyse tümden okullara ve medyaya kaydırılmış durumdadır. Bu bağlamda, modernleşmekte ve batılılaşma çabaları içerisinde bulunan Türkiye’de, aslında Batı-dışı toplumların tamamında, geniş anlamda okul, dar anlamda üniversite, yeni bir insan ve toplum yaratmanın en önemli aracı olarak görülmekte ve işletilmektedir. Başka bir deyişle, yerli ve yabancı toplumsal mühendisliklerin ülke insanlarını ve toplumu şekillendirme stratejileri kapsamında, çoğunlukla en uygun araç üniversiteler olarak kullanılmaktadır. Bu yüzdendir ki, dış etkilere açık ve arzulu olan toplumlardaki yönetici kadroların, Batı kültürü ve bilgi sisteminin gölgesi altında gerçekleştirmeye çalıştıkları “üniversite reformları” veya “üniversitelerin yeniden yapılandırılması” gibi söylemler ve uygulamalar, “ihtilal” ve “darbe” gibi açık despotik yönetimler ile siyasi çoğunluğu temsil etme görüntüsü veren örtülü antidemokratik iktidarların zamanında daha sık gündeme gelmektedir. Tepeden inme olsun veya seçimle işbaşına gelmiş olsun, her güçlü ve egemen yönetici seçkinlerin, en fazla ilgi duydukları ve müdahale etme tutkusunu hissettikleri yönetim alanı, büyük ölçüde üniversiteler olmaktadır.
Türk kültür tarihinin, “tepeden inmecilik” şeklinde gerçekleşen en dramatik ve travmatik müdahalelerinde birisi Tanzimat ise ikincisi, 12 Eylül 1980 tarihli ihtilal ve sonrası despotik düzenlemeler ve uygulamalardır. Tanzimat ideolojisinin ana eksenini oluşturan “kayıtsız şartsız Batılılaşma” stratejilerinin en iddialı uygulamaları, hiçbir sınırlama ve uyarlama yapma ihtiyacı hissetmeksizin Batılı bilgi sistemlerini aktaracak ilk ve orta dereceli okullar ile hassaten yükseköğretim kuruluşları tesis etmek olmuştur. Aynı şekilde, 12 Eylül 1980’in ilk iddialı yasal düzenlemesi, yükseköğretim ile ilgilidir. Bu bağlamda, 12 Eylül 1980’in “alâmetifarikası” olan YÖK’ün temeli, 1981 tarihli 2547 sayılı yükseköğretim kanunu ile atılmıştır. 1981 tarihli 2547 sayılı yükseköğretim kanunu, 1982 Anayasasından dahi daha önemli görüldüğü için önce yükseköğretim yasası çıkarılıp, daha sonradan yapılacak olan Anayasanın yükseköğretime dair temel esasları, ilgili bu yasaya uygun olarak yazılacaktır. Bir anlamda, 2547 sayılı yükseköğretim kanunu ve YÖK, bundan sonraki süreçte Türkiye’de nasıl bir yönetim zihniyetinin ve uygulamasının tesis edilmek istendiğinin öncüsü ve habercisi olmuştur.
Sene:2013’ün başları ve yeni bir anayasa değişikliği gündemde ve yine anayasa öncesi çok kapsamlı üniversitelerle ilgili bir yasal düzenleme yapma çalışmaları sürdürülmektedir. Daha önceki askeri vesayet altında çıkarılan 2547 sayılı yükseköğretim kanunu ve bu kapsamda daha sonradan Anayasal bir kuruluş haline getirilen YÖK gibi, şimdilerde de postmodern bir demokrasinin Batı yandaşlığına dayanan derin ve etkili bir algılama ve zihniyet yönetimi baskısı altında gerçekleştirilmeye çalışılan bir yükseköğretim kanunu taslağı sözde tartışılmaya açıldı. Daha önceki dönemde olduğu gibi, bu kanunun yasalaşmasından sonra, büyük bir ihtimalle bu yükseköğretim yasasına göre tanzim edilecek olan yine bir anayasa yazımı olayını yeniden yaşayacağımız anlaşılmaktadır.
Yeni yükseköğretim yasa tasarısı, bir 12 Eylül ürünü olan mevcut 2547 sayılı yasanın temel eksenini oluşturan Batıcı, müdahale edici, vesayetçi, tercümeci ve özellikle gayri milli özünü devam ettirecek ve pekiştirecek şekilde çok ustaca hazırlanmış olduğu izlenimini vermektedir. Bu çerçevede, yeni tasarının yer yer olumlu tarafları olsa bile, demokratik, şeffaf v.b.gibi olumlu imgelerle örtülmüş olan maddeler ile satır aralarına yerleştirilmiş olan manipülatif ve muğlak ibareler üzerinden, üniversiteleri siyasal ve ekonomik egemenlerin etkisi altına alıcı düzenlemelere yöneldiği görülmektedir. Şöyle ki;
1- Yeni yükseköğretim yasa tasarısının hazırlanma ve sunumu ile başta üniversiteler olmak üzere, bütün kamu oyu nezdinde tartışmalara açılması yöntemi, beklenildiği söylenen toplumsal katkıyı sağlayıcı nitelikte değildir. Bir defa, gerçekten “demokratik” bir yasa tasarısı, belirli bir sipariş üzerine ve kapalı kapılar arkasında değil, “tepeden inme” hiç değil, tamamen aşağıdan yukarıya doğru yasa tasarısı öngörüleri şeklinde tasarlanmalıydı. Bu bağlamda, yeni tasarının tartışmaya açılması sonucunda, aşağıdan gelecek olan görüş ve düşünceler ile kamuoyundan gelecek “değerli eleştiri ve katkılardan” yararlanmak suretiyle ana metne son hali verileceğine dair belirli bir beyanatta bulunmuş olunsa da, son yıllarda bu tarz “postmodern demokratik” görüntülerin, gerçekte tek taraflı otokratik tavırları gizlemeye yönelik birer imaj mühendisliği oluşturma çabaları olduğu görülmektedir. Gerçekte, söylendiği gibi demokratik bir yükseköğretim yasası çıkarılmak istenseydi, yeni tasarının belirli bir dünya görüşüne sahip olan bir ekip tarafından hazırlanarak sözde tartışmaya açmak yerine, bütün üniversitelerin “tarama konferansları” ya da “yükseköğretim yasa tasarısı çalıştayları” tarzındaki akademik faaliyetleri sonrasında oluşturulacak olan çeşitli yasa tasarısı taslaklarının birleştirilmesi şeklinde belirli bir metne ulaşmak daha anlamlı olurdu. Çünkü ülkede yeni bir yükseköğretim yasa tasarısı hazırlamak konusunda, en doğru kaynak ve merci, öncelikle üniversitelerin bizzat kendileri olmalıdır. Bu şekilde ortaya çıkacak olan yükseköğretim yasa tasarı önerilerinin, TBMM’ nin ilgili komisyonlarında hukuk tekniği bakımından en son halini verecek bir uzlaşma çabasıyla taslağın yasalaşması gerekirdi.
2- Yeni yükseköğretim yasa tasarısı, aslında biçimsel olarak bir tepki yasası gibi görünmektedir. Tepki yasaları, kendi alanlarıyla ilgili sağlıklı ve dengeli düzenlemeler yapmak ve düzen yaratmaktan çok, sistem içindeki karşıtlıkları ve muhtemel tepkileri harekete geçirir ve besler. Ancak, yeni yasa tasarısının bu tepkiselliği, daha önceki 2547 sayılı YÖK kanunun esasına ve özüne dair bir tepkiyi temsil etmekten çok, sadece geçen dönem içindeki öğrenci ve öğretim elemanları üzerindeki haksız ve anlamsız kıyafet ile ilgili muamele ve uygulamalara yönelik yönetim pratiğini temsil etmektedir. Aslında, yeni yasa tasarısının tartışmaya açılması ve sunumu sırasında, taktik olarak YÖK’ün eski yöneticilerinin yönetim tarzlarıyla ilgili toplumsal kırgınlık ve öfke hatırlatılmak suretiyle yeni yasa tasarısına doğabilecek toplumsal muhalefet, daha işin başında frenlenmeye çalışılmaktadır.
3- Yeni yükseköğretim yasa tasarısı, yükseköğretim genel kurulunun 21 üyenin oluşumunda iki alternatif sunmaktadır. İlkinde, 7 üye Cumhurbaşkanlığı, 7 üye Bakanlar Kurulu ve 7 üyenin de Rektörler Kurulu tarafından seçilmesi öngörülmektedir. İkincisinde ise 5 üye TBMM, 5 üye Cumhurbaşkanlığı, 5 üye Bakanlar Kurulu ve 6 üye Rektörler Kurulu tarafından seçilmesi öngörülmektedir. Ülkedeki bütün üniversitelerin yönetim merkezini oluşturacak olan Genel Kurul üyeleri, bu iki alternatiften hangisiyle seçilirse seçilsin, bu şekilde oluşacak olan Genel Kurulun oluşumu, üniversiteleri çok açık bir siyasi vesayetin içine çeker. Her şeyden önce, Genel Kurulda siyasi kimliği ve beklentisi bulunan kişi ve kuruluşların seçtiği temsilcilerinin varlığı ile üniversitelerin hızla “siyasallaşmasının” yanında, yükseköğretim kurumlarının yönetimi popülizme açık hale gelir ve üniversitelerin eğitim ve öğretim kalitesi hızla düşer. Genel Kurulun oluşumunda böyle bir tasarımın önerilmesinde, siyasi iktidarların kolektif bilinçaltlarında yıllarca kalmış olan üniversitelere müdahale etme şeklindeki tutkularının son derece kışkırtıcı bir yönü vardır. Bir 12 Eylül 1980 ihtilal kurumu olan YÖK ve 2547 sayılı YÖK kanunu, siyasi iktidarların üniversitelere müdahale etme ve buraları tanzim etme imkânı vermeyen bir yapı oluşturmuştu. Ancak, YÖK’ün genel çalışma düzeni ile üniversitelerin yönetim kadrolarının genel zihniyet özelliklerinin bir sonucu olarak, siyasetten uzak bir idari özerklik var gibiyse de, derinden derine aşırı bir askeri ve bürokratik bir vesayet söz konusuydu. Meselâ, 28 Şubat sürecinde Ankara’da üniversite rektörlerinin ve fakülte dekanlarının, o dönemin malum askeri brifinglerine katılmaya zorlanması, hatta aslında özünde özerklik bulunmayan yönetici-öğretim üyelerinin bu çağrıya zorlanmadan katılmış olmaları gibi durumlar, bu Batıcı-bürokratik vesayetin açık göstergelerinden biridir. Bu çerçevede, yeni oluşacak Yüksek Öğretim Genel Kurulunun siyasallaşmasını içeren Yüksek Öğretim Yasa Taslağının bu haliyle yasallaşması üniversitelerin yönetiminde kaçınılmaz bir siyasallaşma sürecine sebep olacak, bu da yukarıdan aşağıya zincirleme etki yaparak yeni bir vesayet sistemi ortaya çıkaracaktır. Belki de, yeni siyasi vesayet sistemi sayesinde, rektörler, dekanlar ve müdürler, siyasetin brifinglerine muhatap olmaya başlayacaklardır. Yeni yükseköğretim yasa taslağını hazırlayanların, üniversitelerin akademik birer kuruluş olarak özüne uygun düşecek olan bilimsel ve idari özerkliği, Batıcı, askeri ve bürokratik bir vesayetin etkisinden kurtarma çabaları söylemlerine rağmen, yine Batıcı-siyasi bir vesayetin güdümüne soktukları anlaşılmaktadır. Bu durumda, yeni yükseköğretim yasa taslağını hazırlayanlar, geçmişteki haksız askeri ve bürokratik vesayeti gerekçe göstermek suretiyle toplumda var olan mevcut YÖK düzeninin değişmesi gerektiği beklentisini, kendi vesayet sistemlerini kurmada birer paravan gibi kullanma kurnazlığına dönüştürmektedirler. Üstelik, Türkiye’deki mevcut demokrasi pratiğine bakıldığı zaman, siyasetin giderek basit bir popülizm ve verimsiz bir polemik bağlamına kaymış olduğu hatırlanırsa, siyasi popülizmin egemenliğindeki bir siyasi vesayetin, üniversiteleri önceki vesayetten çok daha fazla çatışmacı ve verimsiz bir yükseköğretim pratiğine ulaştıracağı görülür. Elbette, burada söz konusu olan şey, basit bir vesayet tercihi değildir. Üniversite ve akademik hayat, teorik ve pratik olarak, asla hiçbir vesayetle bağdaşmaz. Ama en kötü vesayet de, popülizme ve polemiğe boğulmuş siyasi vesayet olmalıdır.
4- Yükseköğretim kurumlarında yeni oluşturulması düşünülen “üniversite konseyinde”, bakanlar kurulunun seçtiği üyelerin bulunması; bunların çok büyük bir ihtimalle “seçim kaybetmiş” yerel siyasetçi olan kişilerden seçilme durumu ile bir üyenin de “ üniversitelere mali destek sağlayanlar” arasından seçilmesi hali, üniversite yönetimini mahalli güçlerin baskı ve etkileri altına alarak üniversite yönetimlerini, yerel siyasi ve iktisadi iktidarların bir parçası haline getirir. Üniversite yönetimlerince, çeşitli ekonomik sektör ve mesleki kuruluş temsilcilerinin, iş ve çalışma hayatında istihdam edilecek insanların yetişmesine dair istek ve önerilerinin dikkate alınmasının, üniversitelerde eğitimi ve öğretimi yapılan konuların bizzat pratiği ile uğraşan kişi ve kuruluşların düşünce ve görüşlerinin üniversitelerin yönetim tecrübelerine katılması bakımından birçok yararı vardır. Ancak, Türkiye’deki egemen işveren ve iş adamı profili, çoğunlukla siyasi iktidara yakın olmak suretiyle işlerini yürütmeye çalışan, üretken ve yatırımcı niteliklerden çok “rantiye” yönüyle tebarüz eden ve bütün bunlardan dolayı nispeten bağımsız hareket etme inisiyatifi pek olmayan varlıklı insanlardır. Ayrıca, Türkiye’deki ekonomik zenginlik ve servet sahipliğinin, ekonomik kurallara uygun iş yapmaktan çok siyasi yandaşlıktan geçtiği, bu yüzden de varlıklı kesimin siyasi iktidar mensuplarını bir tür “veli nimet” bildikleri gözlenmektedir. Bütün bunlardan dolayı, yerleşik ve kurumsallaşmış olan, sivil ve nispeten bağımsız bir girişimci sınıf ortaya çıkıncaya kadar, “üniversitelere mali destek sağlayanlar” arasından bir zenginin ya da iş adamının üniversitelerin en üst düzeyinde görevlendirilmesi düşüncesi, sadece fantastik ve popülist bir yaklaşımdan ibarettir.
5- Yeni yükseköğretim yasa tasarısı, bazı konulardaki düzenlemeler sırasında, yükseköğretim kurumlarında görev yapan ya da yapacak olan öğretim elemanlarıyla ilgili olarak yapılması düşünülen bazı işlemler için onların sahip oldukları “akademik puanları” gibi popüler ve basit bir kıstası ön plana çıkarmakta. Oysa “üniversite” ve “fakülte” gibi akademik nitelikli kurum ve kuruluşların, öğretim elemanlarıyla ilgili olarak yürütecekleri işlemlerde, bilimsel araştırma ve incelemeler ile bu çerçevede yapılan bilimsel yayınlar gibi ölçütleri kullanmak daha özgün bir yaklaşım olur. Bu bağlamda, üniversitelerde görev yapan ya da yapacak olan her düzeydeki akademisyenlerle ilgili değerlendirmelerde, atamalarda ve denetimlerde esas olarak “bilimsel katkı”, “sorun çözme kapasitesini geliştirme”, “herhangi bir yenilik” veya “bilimde yeni bir yöntem geliştirme” tarzında, akademik-entelektüel anlam dünyasını çağrıştıran kıstasların kullanılması, bu kuruluşların varoluş mantıklarına daha uygun düşecek olan bir tavırdır.
6- Yasa hazırlayıcılarının, yeni yükseköğretim yasa tasarısında, “üniversitelere yeni alınacak öğretim elemanları kadrolu veya sözleşmeli olarak istihdam edilebilir” şeklinde yeni bir düzenleme getirdikleri görülmektedir. Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarında istihdam güvenliği konusunda şimdiye kadar olan tecrübelere bakılacak olursa, özellikle ihtilal ve darbe gibi askeri vesayet dönemleri ile “intikamcı siyaset” anlayışının yükseldiği çatışma ortamlarında, bazen yasa dışı yollarla, bazen de çeşitli yıldırma taktikleri ile yoğun bir öğretim elemanı tasfiyesi yaşandığı çok sık görülmüş bir durumdur. Yeni yükseköğretim yasa tasarısı, biçimsel ve söylemden ibaret bir demokratiklik görüntüsü arkasında, üniversiteler üzerinde kuracağı ağır bir vesayet sistemi sayesinde üniversitelerin yönetiminin siyasallaşmasıyla birlikte “sözleşmeli öğretim üyeleri” üzerinde büyük bir kıyıma imkân vermektedir. Ayrıca, sözleşmeli öğretim uygulamasının hali hazırda uygulanmakta olduğu özel vakıf üniversitelerdeki sözleşmeli elemanların, birer “entelektüel” ve “akademisyen” gibi çalışmak yerine, çoğunlukla “âmirlerinin sadık memurları” gibi çalıştıkları gözlenmektedir. Böyle bir uygulamanın devlet üniversitelerine getirilmesi, üniversite mensuplarının istihdam güvencesini önemseyen öncelikleri yüzünden, üniversitedeki çalışma hayatında çok önemli bir olgu olan “akademik özgürlük” boyutunu ihmal etmelerine vesile olabilir.
7- Yeni yükseköğretim yasa tasarısında, mevcut 2547 sayılı yasanın “rektörün görevini düzenleyen 13. Maddenin “b” fıkrası uyarınca, rektörleri başında bulundukları üniversitenin “tek adamı” durumuna getiren düzenlemenin kaldırılmış gibi görünmesine karşılık, önceden olduğu gibi rektörün üniversite yönetiminin “tek adamı” konumunun devam ediyor olması, o meşhur “13/b” nin bütün potansiyel eylem gücünün genel olarak yeni yasa tasarısının genel işleyiş tarzına gizlenmiş ve saklanmış olduğu izlenimini vermektedir. Oysa üniversitelerin kendi var oluş felsefelerine göre, açık veya örtülü bir şekilde “tek adam” yaklaşımına göre yönetilmek yerine, genelde demokratik yöntemlerle oluşturulmuş olan senato ve yönetim kuralları, özelde yükseköğretim birimlerinin ilgili kurullarının kararlarının merkeze alındığı, nihayetinde rektörlerin, dekanların ve müdürlerin sadece birer koordinatör konumunda olduğu bir yönetim modeli çerçevesinde yönetilmesi daha uygundur.
8- Yükseköğretim kurumlarının en stratejik öğesi, hiç şüphesiz “rektörlük makamıdır”. Bu yüzden, üniversitelerde gerçekten demokratik ve şeffaf bir yönetim gerçekleştirilmesinin ön şartı da, rektörlük seçimi ve atamasının her halükarda demokratik ve şeffaf olmasına bağlıdır. Ülkedeki genel seçimler dâhil olmak üzere, her düzeydeki ve düzlemdeki demokratik ve şeffaf seçimler nasıl oluyorsa, rektörlük seçim ve atamalarının da tıpkı bu şekilde olması gerekir. Mevcut yasa tasarısında, rektörlük seçimleri için öngörülen alternatiflerin her biri, birbirinden daha karmaşık öngörülerdir. Yasa tasarısı hazırlayıcıları, bir taraftan demokratiklikten ve şeffaflıktan söz ederken, diğer taraftan tamamen kafa karıştırıcı rektörlük seçim öngörüleri sunuyorlar. Oysa üniversitelerdeki rektörlük seçim ve atamalarının, diğer bütün demokratik ve şeffaf olan seçim ve atamalarına göre, tamamen farklı bir prosedürle yapılıyor olması bile, daha işin başında rektörlük seçim ve atamalarında, gizli ve örtülü “müzakereler” yapılıyor kaygısını yaratıyor. Bu bağlamda, devlet üniversitelerinde rektör, öncelikle üniversitenin kadrolu öğretim üyesi profesör adaylardan olmak kaydıyla üniversitedeki kadrolu bütün öğretim elemanlarının (profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, öğretim görevlileri, araştırma görevlileri, uzman, okutman v.b.) katılacağı bir seçimle en fazla oy alan adayın Cumhurbaşkanının atamasıyla belirlenmelidir. Aslında, rektörlüğün şimdiki yasadaki yetkilerinin çoğunun, demokratik ve şeffaf usullerle belirlenmiş olan ilgili kurullara devredilmesi, kimin rektör olarak seçilip atanmış olmasından doğabilecek kaygıları büyük ölçüde telafi edecektir. Bunun dışındaki yöntemler, meselâ yeni yükseköğretim yasa taslağındaki “üniversite konseyi” oluşturmak ve bu konsey mekanizmasıyla rektörlük seçim komisyonları oluşturmak tarzındaki düzenlemeler, ciddi bir şeyler yapılıyormuş imajı arakasından tipik “şark kurnazlığı” ile siyasi iktidarlara yandaş rektörler seçme manevrası olacaktır.
9- Yeni yükseköğretim yasa tasarısında, devlet üniversitelerinde görev yapacak rektörlerin görev süresinin, sadece bir defaya mahsus olmak üzere beş yıl olarak sınırlandırılmış olması, son derece iyi düşünülmüş bir düzenlemedir. Normal şartlarda, üniversite gibi yetişmiş insan kaynağının en bol olduğu bir örgütsel yapıda, demokratik bir seçimle rektör olarak atanmış olan herhangi bir profesörün yönetme yetenek ve becerisinin ortaya konması bakımından beş yıllık görev süresi yeterli olmalıdır. Ancak, yeni yasa tasarısında, herhangi bir üniversitede rektörlük yapacak olan profesörün “sosyal ve beşeri bilimler”, “sağlık bilimleri”,”fen ve mühendislik bilimleri” alanları esas olmak üzere, aynı bilim alanından üst üste iki defa (ayrı kişiler olsa bile) seçilememesi şeklinde bir rotasyon sisteminin getirilmesi öngörülmektedir. Aslında, üniversitelerde görev yapacak olan rektörlerin kendi uzmanlık alanları itibarıyla böyle bir “bilim alanları” üzerinden rotasyon sisteminin gerekliliğini ortaya koyan herhangi bir yönetim ve organizasyon ilkesi mevcut değildir. Ancak, mevcut “yönetim ve organizasyon teorileri” ile “stratejik yönetim disiplinine” göre, üniversite gibi son derece eğitim ve kültür düzeyi yüksek olan ve kendi bünyesinde çok iyi yetişmiş farklı uzmanları barındıran matriks bir örgütün en üst düzey yönetim kadrolarında görev yapacak olan yöneticilerin, hassaten “sosyal ve beşeri bilimler” alanında yetişmiş kişilerden seçilmesi gerekir. Çünkü, “sosyal ve beşeri bilimler” alanında yetişmiş olan kişilerin yönetim ve örgütleme faaliyetleri ve süreçleri konusunda, diğer bilim alanlarında yetişmiş olanlara göre daha fazla bir kavramsal çeşitlilik ile daha geniş bir bakış açısına sahip oldukları varsayılır. Böyle olmakla beraber, yine de rektörlük yapma iradesine sahip olan her bilim alanına mensup profesör için belirli bir “bilim alanı” sınırlandırılmasına ve rotasyonuna şimdilik gerek yok gibi görünmektedir.
10- Yeni yükseköğretim yasa tasarısında, devlet üniversitelerinde görev yapacak dekanların ,“fakültede kadrolu öğretim üyelerince yapılan seçimde en fazla oy alan profesör unvanına sahip öğretim üyesi üç yıl süreyle üniversite yönetim kurulunca, üniversite konseyi olan üniversitelerde ise konsey başkanı tarafından dekan olarak atanır” şeklinde atanacağı belirlenmektedir. Dekanlık seçiminde, fakültede kadrolu öğretim üyelerinin dışında kadrolu bütün öğretim elemanlarının oy kullanması daha demokratik bir seçim olur. Ayrıca, dekanlık için aday olacak olan profesörlerin öncelikle, fakültenin kadrolu öğretim üyelerinden seçilmesi uygun düşecektir. Üniversitelerdeki yönetimin demokratik bir temele dayandırılması bakımından bölüm ve program başkanlarının seçiminde de, unvan derecelerindeki önceliklere riayet etmek kaydıyla aynı yöntemin uygulanması gerekmektedir.
11- Yeni yükseköğretim yasa tasarısında, “yükseköğretim kurumlarının görevleri” ile ilgili düzenlenen maddede, üniversitelerin yetiştirilmesi düşünülen insan tipi hakkında sayılan (insan hakları, demokrasi v.b.gibi) malum iyi meziyetlerin yanında, yükseköğretim kurumlarının görevleri arasına, “Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve haysiyetini duyan insanlar yetiştirmeyi” hedef alan bir cümlenin eklenmesi, kendisinden vergileri, canı ve kanı istenen Türk Milletine karşı bir “AHDE VEFA” takdimi olur. Ayrıca, yeni yasa tasarısında öngörülen “yükseköğretim kurumlarının görevleri” arasında sayılan “bilimsel bilgi”, “teknoloji ve sanatsal üretime yönelik araştırmalar ve yayınlar yapmak” şeklindeki bilgi türlerine ilave olarak modern felsefe bilgisi ile Türk geleneksel düşüncesi ve ahlak bilgisi gibi Türk bilgi sisteminin diğer nitelikli bilgileri de eklenmelidir.
12- Yeni yükseköğretim yasa tasarısında, “yabancı yükseköğretim kurumlarının Türkiye’de fakülte, enstitü, konservatuar ve meslek yüksekokulu açabilmesine” dair yeni bir düzenleme getirilmek istenmektedir. Böyle bir maddenin yeni yasa tasarısında yer alması, hiç şüphesiz ülkemiz yükseköğretim sisteminin ve Türk toplumunun bir talebi ve beklentisi değildir. O zaman böyle bir uygulamanın arkasındaki güçlü ve egemen irade kime aittir? Küresel kapitalist sistemin, her türlü mal ve hizmet üretiminden çekilerek, kendi markalarını diğer ülkelerde fason olarak ürettirme politika ve taktiklerine paralel bir şekilde bu ülkelerin üniversite faaliyetlerine de el attıkları anlaşılmaktadır. Böyle bir uygulamada, büyük bir ihtimalle yabancı yükseköğretim kurumları, kendi adlarını kullanan şubeler oluşturmakla beraber, tamamen yerli ve ulusal kaynaklardan yaralanacakları bir tür “taşeronluk” mekanizması geliştirmeyi düşünmektedirler. Bu durum, görünüşte yabancı yükseköğretim kurumlarının üniversite eğitim-öğretimine dair birtakım tecrübeler getirmiş olsa da, nihayetinde “beyin göçüne” bile gerek kalmadan, yerli ve ulusal beyinlerin kendi mahallinde sömürülmesi düzenini getirir. Buna karşılık, eğer yabancı bilim insanlarından yararlanmak isteniyorsa, yabancıların ülkede yükseköğretim kurumları açmalarına müsaade etmeden, dışarıya çok az istisnalar dışında öğrenci de göndermeden, kendi alanlarında başarılı olan bilim insanlarının Türk üniversitelerinde belirli sürelerle istihdamı yönüne gidilmelidir. Aslında, Türkiye’de böyle bir uygulama Cumhuriyetin ilk yıllarında ve II. Dünya savaşı sırasında başarılı bir şekilde uygulanmıştır.
13- Yeni yükseköğretim yasa tasarısında, “ortaöğretim kurumlarını birincilik ile bitiren adaylar için mevcut kontenjanların yanı sıra Kurul kararı ile ayrı kontenjanlar belirlenebilir” şeklindeki düzenleme, yükseköğretim kurumlarına girişte, birtakım haksız ve dengesiz durumların ortaya çıkmasına yol açabilir. Şöyle ki, ülkemizdeki ortaöğretim kurumları arasındaki nitelik farklılıkları, bölgeler arasını bırakınız aynı kentte ilçeler ve hatta semtler arasında dahi çok büyüktür. Ortaöğretim okul birinciliklerinin, belirli bir kontenjan kapsamında bazı yükseköğretim kurumlarına girmiş olması, ortaöğretim okullarının kendi aralarındaki eğitim-öğretim niteliğinde var olan aşırı farklılıklar nedeniyle bu fakülte ve bölümlere sınav sonrası belirli puanlarla giren öğrencilere karşı haksız bir rekabet olur. Ayrıca, yine belirli bir sınav puanıyla girilen fakülte ve bölümlerde, sadece ortaöğretim birinciliği kontenjanından yararlanarak girmiş olan öğrenciler, burada okumakla ilgili sınav puanına yani yetenek ve bilgisine sahip olmadıklarından dolayı öğrenme kapasitesi bakımından ciddi sorunlar yaşayabilirler.
14- Bu yeni yükseköğretim yasa tasarısının, kamuoyuna sözde tartışılmak üzere verilmiş olan önceki metninde yer almayan, ancak TBMM’nin MEB komisyonuna sunulan taslakta eklenen, son derece harika (!) bir toplum mühendisliği örneği var. Taslağın en son halindeki metinde “eğitim-öğretim hürriyeti” başlığını düzenleyen 4. Maddede, “her öğrenci, eğitim-öğretim hak ve hürriyetlerinden siyasi düşünce, dil, din, mezhep, inanç, ırk, renk, cinsiyet, kılık-kıyafet tercihi ve diğer sebeplerle herhangi bir ayrım gözetilmeksizin eşit olarak yararlanır. Hiçbir öğrenci, yukarıda belirtilen sebeplere dayalı olarak eğitim-öğretim hakkından ve hürriyetinden mahrum bırakılamaz.” denilmektedir. Bu ilke ve ibareler, görünüş ve teorik olarak asla itiraz edilemeyecek ve karşı çıkılamayacak olan hususlardır. Ancak, bu maddenin çok hoş niteliklerle kaleme alınması, içinde son derece tehlikeli bir düzenlemeyi de saklıyor şüphesini yaratmaktadır. (Malumdur ki, zehiri, paslı tenekede değil, altın maşrapada sunarlar). Çünkü, bu güzel ve hoş maddede saklanan “her öğrencinin dil tercihi” düzenlenmesini bahane ederek, üniversitelerdeki öğrencilerden bir kısmı, anadilleriyle (!) eğitim-öğretim haklarını ve hürriyetlerini kullanmak talebiyle “AÇLIK GREVLERİ” yapmaya kalkışırsa, o zaman yargıda getirilen “anadilde savunma hakkı” ile eşdeğer olarak, üniversitelerde birçok anadilde eğitim-öğretim yapma saçmalığı ortaya çıkacaktır. Bu durum, her şeyden önce Türkçenin resmi dil olduğu gerçekliğine aykırıdır. (Zaten bu anayasa hükmü bir defa delindi). Ayrıca, bu masum (!) maddenin uygulamaya konulması halinde, Türkiye’deki üniversitelerde, “resmi yöneticilere göre ülkemizde 36 etnik parçanın olduğu varsayımında, 36 anadilde eğitim-öğretim hakkı doğacak demektir. Bu bağlamda, biz Türklerin, çok tuhaf bir zafiyeti var: o da devlete güvenmek ile devlet yöneticilerine güvenmeyi tam olarak birbirinden ayıramamaktır. Bu yüzden, biz Türkler genellikle yasaları okumayız, yasalara gömülen anlamları irdelemeyiz ve bunların davranışsal sonuçlarıyla ilgili pek soyut çıkarımlarda bulunmayız. Yasaların uygulama aşamalarında karşımıza çıkacak olumsuzluklar karşısında da, “artık yapılacak bir şey yok” diyerek “uyumlu” ve “itaatkâr” olmayı iyi bir vatandaşlık örneği sayarız.
Sonuç olarak, yeni yükseköğretim yasa tasarısının hiçbir yerinde, “Türk Milleti” tabiri geçmemektedir. Bu durumun, tamamen tesadüfen olması ve basit bir ihmalden kaynaklanması ihtimali son derece düşüktür. Şu sıralarda, Türkiye’de başta yeni Anayasa yazımıyla ilgili tartışmalar ile konjonktürel olarak yaşanan gündemlerin içerik analizi yapıldığı zaman, çok açık bir “Türkiye’yi Türksüzleştirme” ideolojisinin ve lobisinin işbaşında olduğu anlaşılmaktadır. Mevcut 2547 sayılı yükseköğretim yasası, kendinden daha sonra çıkarılacak olan 1982 Anayasasının siyasi ve ideolojik göstergesi ve öncüsü olmuştu. Aynı şekilde, yeni yükseköğretim yasa taslağı da, şu anda üzerinde çalışılmaya devam edilen yeni anayasada nasıl bir milli kimlik düzenlemesi yapılmaya niyetlenildiğinin önemli bir ipucu ve göstergesi olmalıdır. Bu bağlamda, yeni yükseköğretim yasa tasarısının, öncelikle Türk Milletinin ve Türk ülkesinin nitelikli bilgi ihtiyacını karşılamak diye bir derdinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bu yeni yasa tasarısı, bir 12 Eylül 1980 İhtilali kurumu olan YÖK ile yine ihtilal yasası olan 2547 sayılı mevcut yükseköğretim yasasında, “rüşveti kelam” türünde birtakım değişiklikler yapıyor gibi gözükmekle beraber, gerçekte Batı bilgi sisteminin yerli uzantısı olma özelliği ile özündeki Batıcı vesayetçi kimliğini biraz daha pekiştirme eğilimindedir.
Bu yükseköğretim yasası ile yine Türk Milleti ve Türk devleti, üniversiteler üzerinden dönüştürülmeye devam edilecek gibi görünmektedir.