Reyhanlı saldırısının acısı yüreklerimizi kanatmaya devam ediyor. Saldırgan ve hedefleriyle ilgili tartışmaların hızı ise kolay kesilecek gibi değil. Şunu merak ediyoruz: Reyhanlı katliamının ardındaki gücün hedefi ne? İki parçalı bir soru cümlesi bu. Önce şüphelileri elememiz, ardından da “en muhtemel” failin motivasyonunu tespit etmemiz lazım. Siyaset dünyasının toz-dumanı arasından sıyrılamadıkça doğru teşhis yapabilmemiz ise çok zor. Ancak Türkiye’mizi bedelini milletçe ödeyeceğimiz yeni facialardan koruyabilmenin başka bir yolu da yok.
Saldırıyı gerçekleştirdiğini düşündüğümüz “olağan şüpheli”, Şam rejimiyle bağlantılı güçler ve müttefikleri. Rejimin sicili ve Türkiye’yle hâlihazırdaki ilişkileri gözlerimizi ilk önce Suriye’ye çevirmemize sebep oluyor. Suriye, terör örgütleri üzerinden yürüttüğü vekâlet savaşlarıyla anılan bir ülke. Türkiye’nin yakından tanıdığı PKK, ASALA, DHKP-C… gibi örgütlerin yolu, değişik dönemlerde Şam’dan geçti. Ancak Şam bu stratejiyi yalnızca ülkemize karşı kullanmadı. Lübnan’da ve iç savaş yaşayan Irak’ta yine Suriye bağlantılı yapıları gördük. Şimdilerde İsrail ve Ürdün’e karşı da bu nitelikte hazırlıkların yapıldığı haberleri etrafta dolaşıyor.
Benzer akıl yürütmelerle “olağan şüpheliyi” fail kabul eden analizlerin büyük bölümünde Türkiye’nin Suriye’deki iç savaşa çekilmek istendiği vurgulanıyor. Bu noktayı mantıksız bulan başkaları da Türkiye’nin komşumuzdaki çatışmalara taraf olmasının muhaliflerin işine geleceğini, öyleyse saldırganı başka bir yerde aramamız gerektiğini söylüyorlar. Ben, iki bakış açısının da önemli eksiklikleri olduğu kanaatindeyim.
Yüz yüze olduğumuz terör eylemini, Şam rejiminin temel hedefiyle birlikte ele almalıyız: “İç savaştan, bütün ya da parçalanmış, Esed’in iktidarını koruduğu bir Suriye’yle çıkmak”. Şam yönetimi ve entegre bir stratejik aklı işleten müttefikleri, bunu başarabilmek için muhaliflere destek veren ülkeleri en insafsız yöntemleri kullanmak pahasına “iknaya” çalışıyor. Esed’i son tahlilde istikrar unsuru gibi göstermek isteyen hamlelerin ardındaki mesaj, iki ana parçadan oluşuyor. Beni iktidardan etmek için katlanmanız gereken maliyet çok yüksek, üstelik çabalarınızın sonucu da belirsiz. Benim iktidarda olmadığım bir Suriye, çıkarlarınızı daha fazla tehdit eder…
Suriye’deki iç savaş ve kargaşa ikliminin çevreye yayılması ihtimali ile zaman geçtikçe sayıları artan mültecilerin beraberinde getirdiği sorunlar mesajın ilk kısmıyla bağlantılı. Reyhanlı saldırısıyla tam da bunları tartışmaya başlamadık mı? Bölgesel bir savaşı tetikleme ihtimali yüzünden Şam’a karşı Türkiye’nin tek başına verebileceği cevabın sınırları var. ABD ise değişik gerekçelerle askeri nitelikli adımlar atmamakta ısrar ediyor.
Esed’in korku stratejisi muhalifleri destekleyen tüm komşuları hedef alıyor. İçerdeki askeri denge değişmediği için uzayan kriz, mültecilerin sebep olduğu külfeti arttırıyor. Devlet sınırlarını aşan etnik/mezhebi bağlar, adeta çatışmanın yayılabileceği doğal fay hatları gibi. Şam, bunları tetikleyebileceğini gösteren eylemleri yapıyor/destekliyor. Muhalifler güçlü, merkezi bir sistem kuramadıkları için oluşan yerel iktidar adacıkları, ülkeye akan el-Kaide vb. örgütlerle bağlantılı gruplar komşular üzerinde “alarm” etkisi yaratıyor.
Endişeye kapılan sadece komşular değil. Bahsettiğimiz gruplar ABD, Avrupa, Rusya ve Çin’i ortak tehdit algısı etrafında buluşturuyor. Nitekim Boston saldırısının zanlılarıyla Çeçenistan ve Suriye’deki devrimci selefi gruplar arasında bağlantı kuran yorumların Washington ve Moskova arasındaki diplomatik trafiği arttırdığı bir iklimde Suriye için II. Cenevre Konferansı formülü gündeme geldi. Kerry-Lavrov görüşmesini takiben yapılan açıklamalar, dünya kamuoyunda ABD ve Rusya’nın pozisyonlarının bir miktar yakınlaştığı izlenimini yarattı. Esed iktidarının ömrünü uzatacak yeni bir formülün gündemde olduğu tahmin ediliyor.
Muhalefetin arkasında güçlü biçimde duran Türkiye ise, Suriye’de çözüm için Esed’in gitmesi gerektiğini her platformda savunan ülkelerin başında geliyor. Türkiye, ABD tarafından daha güçlü biçimde desteklenmezse bu politikayı hangi düzeyde sürdürebilir? Şam rejimini ayakta tutan entegre aklın bu sorunun cevabı için Türk kamuoyuna bakılması gerektiğini keşfettiği kanaatindeyim. Türkiye bir demokrasi ve ucunda savaşa varacak çatışma ihtimali olan riskli bir politikayı hiçbir hükümet güçlü halk desteği olmaksızın sürdüremez.
Suriye krizinin başından bu yana yapılan kamuoyu yoklamalarında ise iki ana eğilim dikkat çekiyor. Kriz uzadıkça kamuoyunun Suriye politikasına verdiği destek eriyor. Ülkemiz Suriye kaynaklı bir saldırıyla karşılaştığında ise kamuoyunun hâkim tepkisi, Esed rejimini devirecek politikaların hızlandırılması biçiminde ortaya çıkmıyor. Aksine, Türkiye’nin Suriye’deki iç savaşla arasına mesafe koyması talebi hızla yükseliyor. Reyhanlı saldırısının ardından karşılaştığımız manzara tam da bu değil mi?
Peki, Esed’in ortak soruşturma komisyonu teklifini nasıl yorumlamalıyız. Şam yönetimi Ankara’ya, Esed iktidarının sürmesini kabul ederek yeni bir kulvarda hortlamaya başlayan terör sorunundan, dış politikadaki dertlerin önemli bölümünden ve artan kamuoyu baskısından sıyrılabileceğini ima ediyor. Türkiye krize bu kadar angaje olmuşken pozisyonunu değiştirir mi? Şam’daki entegre aklın iki önemli parametreye bakarak bu soruyu cevapladığını tahmin edebiliriz: Başlayan yeni diplomatik süreç ve Türkiye’nin PKK örneğinde de kendini gösteren pragmatizmi.
Eğer analizimizin temel varsayımları doğruysa, Reyhanlı’dan sonra bizi yeni ve ilginç gelişmeler bekliyor demektir…