Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir tasa, kay­gı tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlama­mıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı zamanında, onun ağız ta­dını kaçıracak.

İçinden:

—  Bir başkasını bulunca savarım! dedi. Fakat hikâyesini
dinlediğinde savamadı.

Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor! Müslüman er­keği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir an­da at, öküz, araba, kaçış için ne taşıt varsa hepsi hazır oluyor.

Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eyere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…

Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürer- se ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırıl­sıklam bir kafile, kimi yaya, kimi atla koşuyor, kaçıyor.

Öndeki ümit, ordumuza yetişmek; arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çak­mayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su katmanları, gece… Dinliyorlar Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çı­kan ayakların boğuk hışırtısı…

Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini du­yuyor.

—       Uyuma Ali, diyor, uyuma!

Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğ­ru eğiliyor:

—       Uyuma Eminem, diyor, uyuma!

Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işi­tince:

—       Uyu ciğerim, diyor, uyu Osmanım!

At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlı­yor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, yılgın bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulma­ları olasılığı çoğalıyor.

Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık atın ve kendisinin güçsüzlüğüne bakarak kötü kötü düşünmektedir, içindeki en ürkütücü korku şimdi şudur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.

Sonunda bu da oluyor.

Önce çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak gücünü bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk ini­yorlar. Çünkü durmadan ilerleyen felaket topluluğundan ayrı düşmek Ayşe’ye her şeyden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir süre sıkı sürüyünce, artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek olanağı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtar­mak için birini feda etmek, hafiflemek gerektir.

Hangisini?

Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan güçsüz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, kımıltısız, sessiz bohça ona zaten cansız gi­bi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlık­tan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadı­ğını anlayarak, acı çekmeden, kundağı bir tarafa, en az çamur­lu, en az batak yere bırakıvermek…

Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusu­nun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor. “Eyvah!” diyor.

Bu sırada ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sü­rüklediği bir yıkıntıdan başka bir şey değildir. Karanlığın için­de düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vü­cudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmış­tır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek güç gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir ke­siklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, sonunda bir duyamayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendili­ğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır, fakat da­ha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini duyuyor: Ali, ge­mi azıya almış, bir atın arkasından özengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu, işte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir özlemden sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma süregitmede, yağmur ve çamur da beraber…

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyor­lar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bırak­tıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, şaşılacak bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye atılıyor.

Neden sonra anlıyor ki, boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.

— Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşe­me!

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıka-ya yıkaya, sürekli, mola vermeden yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürü­yor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili kü­çük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstü­ne indiriyor:

—       Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!

Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor. Hâlâ:

—       Kalk Ali, kurtulduk Ali.

Diyor, gülümsüyor, kesintisiz, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor…

Hizmetçi, donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş kuru böcek ka­buğu gözlerini işaret etti:

— Bey, dedi, işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak is­tesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor!

Şişli, 1939

REFİK HALİD KARAY
Gurbet hikayeleri ve yeraltında dünya var.İnkılap kitapevi.Günümüz Türkçe’sine uyarlayan:Ender Karay .İstanbul