Çayır önce şaşırdı. Bu davetsiz misafiri hiç tanımıyordu. «Adın nedir?» diye sordu, «sana kim derler?» Öteki, biraz daha ezilip büzüldü, merhamet dilenen bir sesle: «Bana, ayrık otu, derler. Kimseye zararım dokunmaz. Herkese iyilik ederim.» dedi. Çayır: «Pekiyi. Yalnız, bizim çocuklara bir danışayım. Kabul ederlerse, sana da bir köşe veririz. Bizim burada demokrasi vardır. Hiç kimse tek başına karar veremez. Herkesin fikri alınır,» diyerek, çayırda yaşayan bütün bitkileri topladı. Kısaca meseleyi anlattı. Diz boyu çimenler, mor menekşeler kıpkırmızı gelincikler, sarı papatyalar, yeni bir arkadaşa kavuşacaklarını düşünerek çok sevindiler. Oy birliği ile, «Ayrık otu»na münasip bir yer verilmesi tezini savundular. O çayırda, ulu bir Çınar vardı. Çok yaşamış, çok gün görmüştü. Söz aldı:
«İşinize karışmak gibi olmasın ama, bence hatâ ediyorsunuz. Siz, ayrık otu’nu tanımazsınız. Görünüşüne aldanmayın. Son derece zararlı bir bitkidir. Aranıza girerse huzurunuzu bozar, kökünüzü kurutur, yaşama hakkınızı elinizden alır. İyiliğiniz için söylüyorum. Bana göre hava hoş. Ben kuvvetliyim. Bana. hiçbir şey yapamaz.»
Çınar’ın öğütlerine aldırış eden olmadı… «İhtiyar, amma da saçmalıyor ha! Bu zavallı kime kötülük edebilir ki!» dediler. Böylece, karar verildi. Ayrık otu, çayırın verimsiz bir köşesine yerleşti.
Sonra, zaman geçti… Ayrık otu, tabiatının icabını yapmağa başladı. Kendisine ayrılan saha ile yetinmedi. Her tarafa kök saldı. Toprağını gittikçe genişletiyor, herkese kafa tutuyor, yavaş yavaş herkesi yerinden ediyordu. Çayır’ın huzuru kaçmıştı. O eski ahenk, dostça ve beraberce yaşanılan günler şimdi bir hayâl olmuştu. Çimenler, artık diz boyu değildi. Menekşeler, o şahane morluklarını kaybetmiş kirli bir renge bürünmüşlerdi. Gelincikler, muradına ermeden soluveren gelinlere benzemişti. Papatyaların sarısı artık eskisi gibi tatlı görünmüyor, bir «ölüm sarılığı», nı hatırlatıyordu.
Vaziyetin gittikçe kötüleştiğini görünce, meseleyi bir kere daha müzakere ettiler. Herkes, başlangıçtaki fikrinin hatalı olduğunu, ayrık otu’nu kabul etmemeleri gerektiğini söyledi. Yazık ki, iş işten geçmişti. Ne yapılabileceğini düşündüler. Neticede, «Çayır Ana»ya gidip «Ayrık otu»nu şikâyet etmeğe karar verdiler. Çayır, çocuklarının haline çok üzüldü, âdeta yüreği parçalandı. Hemen, «Ayrık otu»nu buldu. Hiddetle: «Sana verdiğimiz köşede durmamış, her tarafı istilâ etmeğe başlamışsın. Çocukların huzuru kalmamış. Sana acıdıkları için aralarına almışlardı. Hepsini pişman ettin. Ya bu huyundan vazgeç, köşeciğine çekil, ya da geldiğin yere git» dedi.
Ayrık otu, arsız arsız sırıttı. Kendine güvenen bir ifade ile: «Yerimden memnunum… Halimden asla şikâyetçi değilim. Rahatsızlığım da yok. Eğer rahatsız olanlar varsa, çekilip gitmekte serbesttirler. Beyhude yorulmayın. Elinizden bir şey gelmez. Köklerimi öyle derinlere saldım ki, artık söküp atamazsınız!» cevabını verdi.
Bu hikâye, böylece biter. Sözünü kimseye dinletemeyen o Ulu Çınar’a gelince: Çayır sâkinlerinin haline o kadar üzülmüş, kaybolan saadetlerinin arkasından öylesine ağlamış ki, «Ben demedim mi?» bile diyememiş!.
Galip ERDEM.:Ülkücünün Çilesi. Ötüken Yayınevi.İst 1976