O, Kerküklü bir Türk’tü. Ankara Ziraat Fakültesi’ni bitirdi, aynı yerden doktora aldı. Bağdat üniversitesi’nde hoca idi. Uzun arkadaşlık, dostluk, ülküdaşlık yıllarından sonra 30 yıl önce bütün bir ömrü birlikte yaşamak ve Büyük Türk Milleti’ne hizmet etmek üzere ahitleşmiştik. İlk beş kişiden biri idi.

Biz bir gizli örgüt değildik. “Hak dostluğu”nu hedef alan idealist genç adamlardık. Rahmetli Vecihi Öğütçüoğlu’nun rehberliğinde “Hak dostluğu”nu kavramaya ve “Hak dostu” olmaya çalışıyorduk. Kendimizi ve birbirimizi eğitip geliştirmek, birbirimize gözcü ve bekçi olmak, Allah’ın rahmet ve inayetine sığınmış bir “garipler dayanışması” kurmak istiyorduk. Kamil adamlar olmak ve milletimize mükemmel hizmetler sunmak arzusunda idik. Nasipse manevi bir inkılâbın, bir ruh inkılâbının öncüleri olmaktı muradımız. Allah rızası için üst üste konan ellerin üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi… “Allah’ın eli” olacaktır diye inanıyorduk. Bu sebeple dışa karşı müstağni, talepsiz ve oldukça kapalı idik. Hâlbuki ne kadar muhtaçtık. İçimizde neredeyse doğru dürüst bir geliri olan yoktu. Herkes ekmeğini zor kazanıyordu.

Tasavvufu sever ve tasavvuf kavramlarını çok kullanırdık. Tasavvuf büyüklerine çok derin hürmetimiz vardı. Ama hiçbir tarikata intisabımız yoktu. Duruşumuz, tertiplenişimiz tarikata benzerdi, fakat tarikat değildik. Rehberimiz emekli bir subaydı. Çaplı, ufuklu, yiğit bir insandı. Sokrates gibiydi. Normal hayatımızı yaşarken çok tabii bir şekilde bizi yönlendirirdi. Doğrudan bir telkine yönelmezdi. Bize problemleri verir, kendisi geri çekilirdi. Bize sorular sorar, nadiren kendisi bir açıklamada bulunurdu. Kendi aramızda ve onun yanında hiçbir usule kaideye tabii değildik. Sadece her insan için her durumda bahis konusu olan terbiye, ahlak ve muaşeret kaideleri ile bağlı idik. Etkili bir insandı. Kendisini çok sever, sayar ve önünde bir hata yapmamaya itina ederdik. “Ben sizin şeyhinizim, bana biat ediniz” dese hiç tereddütsüz biat ederdik. Ama o ısrarla kendisinin bir şeyh olmadığını söylerdi. Bizi ne tarikata girmeye, ne tarikat olmaya teşvik ederdi. “Hak dostu” olun derdi. “Yüksek karakterli Türkler olmak” işte hedef buydu. Bunun için imanlı ve yiğit olmak gerekiyordu. Yiğitlik; kabadayılık, serserilik veya şişkin pazulu olmak değil, varını yoğunu Allah yoluna, vatan veya millet yoluna adamaktı. Devlerle karşılaşsa tüyü kıpırdamayacak, ölüm önüne çıksa onu bir tas su gibi içip geçecek bir seciye idi. Nefsaniyetine zincire vurulacak bir köpek muamelesi yapmak, mutlak iffet ve imsak ile yaşamaktı. Anlaşılıyor ki bizim tarihteki modelimiz “derviş gaziler”di. Derviş terbiyesi almış hizmet akıncıları olacaktık…

Örgütümüz, tek şubeden ibaret Ankara’daki Üniversiteliler Kültür Kulübü (sonra Derneği) idi. Kendi harçlığımız ve çok mütevazı imkânlarımızla Ocak dergisini çıkarırdık. Her ay küçük kıtada bir formalık cılız Ocak’tan büyük kıtada kitap hacminde özel sayılara kadar çıktık. Hepsi bizim yazılarımız, bizim kalem ürünlerimiz, araştırmalarımızdı. İçinde bugün de yarın da istifade edilebilecek yazılar, araştırmalar vardır.

Teşbihler yerinde ise ÜKD bir bal arısı kovanı idi, bir ipek böceği çiftliği idi. Dış âlemden ayrı bizim manevi dünyamızdı, ayrı bir gezegendi. Türkiye’nin ve dünyanın neresinde olursak olalım, ne işle meşgul bulunursak bulunalım, asıl manevi mensubiyetimiz ve ruhî alışverişimiz o dünya ile idi. Ben Türkiye’de fakat Ankara dışında idim. Nejdet ağabey Bağdat’ta… Yıllarca Kayseri’de, Kars’ta, Edirne’de… Hep Ankara’daki arkadaşlarımla birlikte secdeye vardım. Her Cuma bedenen nerde olursam olayım, ruhen Ankara’da Eskicioğlu Camii’nde idim. Hiç şüphesiz Nejdet Koçak da zulüm altındaki Bağdat’ta aynı halet-i ruhiye ile nefes alıp vermeye imkân buluyordu. T.C. vatandaşı ve meslektaşı Ayten Hanım ile evliydi. Her yaz Türkiye’ye gelirlerdi. Görüşür, konuşur, koklaşırdık. Birbirimize hiç doymazdık, birbirimizden hiç usanmazdık. Çok şaka yapar, çok gülerdik. O şakaların bir kısmı şimdi, şu satırları yazarken de boğazımda düğüm düğüm hıçkırıktır. Son geldiğimde, dönme vakti yaklaştıkça, ayakları adeta geri geri gidiyordu. “Zulüm çok arttı, tahmin ettiğiniz gibi değil” diyordu. Nerdeyse akıbetini biliyordu. Buna rağmen elbette gidecekti ve gitti.

Onun kadar temiz, içi dışı bir ve onun kadar yiğit, yakışıklı, güzel “Türk” görmedim desem lütfen kimse alınmasın. Yaşarken bendeki tesiri bu idi, şahadetinden 20 yıl sonraki intibaım da budur.

Yiğitler bir yola dönmemek üzere girerler. Bağdat’ta bir değil bin Saddam olsa Nejdet Koçak yine gidecekti. Gidip de Irak’ın altını üstüne mi getirecekti? İhtilal mi yapacaktı? Her hücresi Kalu beladan beri Türkoğlu Türk’tü tabii. Ama Türkiye’ye Irak’ın sırlarını mı satıyordu? Hâşâ…

Biz 1055’ten 1918’e kadar Irak’ın da efendisi idik. Bugünkü Türkiye şehirleri hangi tarihî sürecin sonucu ne kadar Türk ise ve Türkiye ne sebeple vatanımızsa Kerkük, Erbil, Hanikiyn, Telafer ve diğer Türk şehirleri ve hatta Musul da o sebeple, aynı tarihî sürecin sonucu olarak Türk’tü ve vatandı. 400 yılı Osmanlı’da olmak üzere 863 yıllık vatandı. Talihin ters ve acı tecellileri sonucu Türkiye’den koparılmış ama terk edilmemiş, boşaltılmamıştı. Misak-ı Millî’ye dâhil topraklardı. Hem Gökalp’ın mütareke döneminde sürgünde iken yazdığı şiirlerde isim isim sayılıyordu, hem son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Misak’ında vardı. Hem de Lozan baş murahhası İsmet Paşa’nın dosyasında ehemmiyetle yer alıyordu. Galip İngiltere ise Türkiye’yi şiddetle cezalandırmak kararında idi. Çetin müzakereler, münakaşalar oldu. Lozan’da vermediler ama alamadılar da. 1928-1926’larda içerde isyanlar çıkartarak, dışarıda Cemiyet-i Akvam’ı (o günün Birleşmiş Milletler Teşkilatı) kullanarak bu öz be öz Türk yurtları Türkiye’den koparılmıştı. Öyle ki kendi memur ettikleri heyet bile bütün tarafgirliğine rağmen “Türkiye hukukundan vazgeçmedikçe bu topraklar Türk toprağıdır” diyordu. Türkiye teklif ettiği halde “kimi istersiniz” diye halk oylaması yapılmasını kabule cesaret edemediler. İşte o iller böylesine Türk toprağı idi.

Ayrı devlet yaptıkları Irak’ın hâkim ve etkin unsurları bir Osmanlı Şehzadesini kral yapmak istemişlerdi. İngiltere işine gelmeyen, içine sinmeyen, Türkiye’nin yararına olabilecek bütün ihtimal ve gelişmeleri açık gizli kanlı tertiplerle bastırdı geçti.

1927’de İngiliz vesayetinde istiklali tanınan Irak’ın krallık dönemi orada yaşayan Türkler için bir zulüm dönemi olmadı. 15 Temmuz 1958’de kanlı bir ihtilalle Irak’ta krallık devrildi. Cumhuriyet ilan edildi. Türkler çok ağır ilk zulmü bu ihtilal esnasında gördüler. İhtilalin kanı Türklere feci şekilde bulaştı. Bundan sonra Irak’ta kanlı darbeler, zalim diktatörler birbirini izledi. Hep Baas’çı, yani kara Arap ırkçısı, sosyalist, Rusçu, Batı ve Türk düşmanı kimseler ve onların kurduğu idarelerdi. 1958’den günümüze kadar Irak, Türkler için sürekli bir Kerbela oldu; hep zulüm, hep sürgün, hep kırım, hep kıyım…

Nejdet Koçak’la özel müşterek meselemiz, işte kaderin böylesine acı tecelliler dönemini yaşayan mazlum ve çilekeş Irak Türklerini (şimdilerde Türkmenleri deniyor) mümkün mertebe kazadan beladan sakınmak, esirgemekti. Bize göre Irak’lı Türkler için uygun siyaset, Irak’ın sadık tebaası olmak, isyancı, bölücü hareketlere karışmamak ve uzak durmak; bu iyi hâl karinesi ile daha önce Irak idarelerince tanınmış kültürel haklardan yararlanmaktı. Irak Türkleri kültür kimliklerini koruyarak ve Irak’ın iyi vatandaşları olarak yaşamalılardı. Elbette Türkiye’nin şefkat eli, himaye gölgesi, yeryüzündeki bütün Türkler için olduğu gibi Irak Türklerinin de üzerinde olacaktı. Irak’taki Türk varlığı, tarihin şerefli bir hatırası olmanın ötesinde Türkiye-Irak dostluğu ve işbirliğinin çok sağlam bir mesnedi ve köprüsü olabilirdi. Kerküklü bir Türk aydını olarak buydu Nejdet Koçak’ın meselesi.

Bu masum davayı Irak’ın petrol azgını diktatörlerine anlatmak mümkün olmadı. Genel olarak evhamlı, tarihe ve Türklere karşı aşırı derecede kompleksli ve bunun dışa vurması olarak iğrenç şekilde küstah adamlardı. O günkü Rusya’ya sırtını dayamış olmaktan da güç alan bir pervasızlık içinde idiler. Şimdi hem kendi milletinin, hem dünyanın başına püsküllü bela olan kanlı diktatör Saddam, Nejdet Koçak ve Irak Türk Toplumu’nun çok değerli bir kısım önderlerini böylesine masum ve meşru bir dava sebebiyle astı. Bir eylem veya eylem teşebbüs hazırlığı tespit edildiği için değil, Irak Türk Toplumu aydın önderlerden, liyakatli temsilcilerden mahrum kalsın diye insanlar asıldı. Baas idaresi gibi bir idare, Saddam gibi kanlı bir diktatör, sebep veya bahane icadında asla güçlük çekmez; istediği kadar müfteri, ajan, ispiyoncu, istediği kadar provokatör alçak daima elinin altındadır. Zalim avcının köpek sıkıntısı olmaz.

Türkiye olaya sahip çıkmadı, caydırıcı olamadı, katli önleyemedi…

Şimdilerde Türkiye’nin İslamcı denen aydınları Saddam’a çok acıyorlar. Ben özellikle onların bilmelerini isterim ki Nejdet Koçak en küçük bir mübalağa olmaksızın örnek bir Müslüman’dı. Örnek mörnek olmak gibi iddiaları yoktu; yoktu ne demek böyle şeyler duymaktan yüzü kızarırdı. İnsan olduğu tabiilikte Müslüman’dı. İbadetini aksatmazdı. Gösteriş bilmezdi. Yüzünden nur akardı. Saflığın, masumiyetin, iç ve dış temizliğinin, ihlasın timsali kim olur deseler, çok güzel insanlar tanıdım ama ondan önce aklıma kimseler gelmiyor. Onu hiç pis, pasaklı ve ikrah verici bir şekilde görmedim. Yüzünü hiç nursuz görmedim. Yalnız ben değil kimse görmedi. Bir insan Müslüman severse, bence Nejdet Koçak’ları sevmelidir, Saddam Hüseyin’leri değil…

20 yıldır içimizden hiç çıkmadı, yüreğimizin başında oturuyor. Ama 20 yıldır kendi aramızda ondan çok az bahsederiz. Kendiliğinden oluşmuş bir iç mutabakatla o bahsin kapağını kaldırmamaya özen gösteririz. Adeta bir tabu gibidir. Konuşursak incinecek zannederiz. Yılda bir mevlidi olur, gideriz. Zaruret halinde, yavaş sesle “rahmetli” denir, anlarız. Şahadetinden hemen sonra doğan yeğenime adını koydum; fakat Nejdet’imi kutsal bir emanet gibi saklıyor, Oğuz’unu kullanıyoruz. İtiraf edeyim, onun kanı, canı için hiçbir şey yapmamış olmanın aczi 20 yıldır bizi kahrediyor.

Bu yazıyı yazmaya gönüllü olmadım. Yazmazsam çok ayıp olacağını bildiğim için zorlanarak, sürüklenerek yazdım. 20 yıldır ilk defa bu yazı vesilesiyle yüreğimi bu kadar araladım, hafızamı ilk defa bu kadar hoyratça kurcaladım. Zor oldu…

Âdete, sünnete uyarak ona şu mübarek günlerde Allah’tan rahmet diliyorum. Allah onu gufran döşeğinde ağırlasın. İnanıyorum ki zaten de öyledir. Mazlumdur, şehittir, büyük makamı var…

Koçlar kurban olmak içindir, Türklük’ün bahtı ak olsun…

Ayvaz Gökdemir

ŞEHİT LİDER: NEJDET KOÇAK (Prof. Dr. Orhan ARSLAN)

Büyük Türk Milliyetçisi Nejdet KOÇAK’ı rahmetle anıyoruz.

Yüreğimizin yağının eridiği, kalplerimizin titrediği, vicdanlarımızın sızladığı uç noktadır Necdet Koçak. Meslektaşım, ağabeyim, dava arkadaşım ve dostum Necdet Koçak hakkında yazmaktan ve konuşmaktan sakınır ve kaçınır olduk 28 yıldır. Bu konu, sevenleri arasında çok acil olduğunda kısaca bahsedilir ve bitirilir. Sonra… Sonra gözlerimiz dalar ufuklara, boşluğa, gittiği cennete ve hasretin verdiği özlemle içimize akar gözyaşlarımız…

HAYATI

07.04.1939’da Kerkük’te doğan Nejdet Koçak ilk, orta ve lise tahsilini Kerkük’te tamamladı. Babası Nurettin Ali Tevfik, bir Türkmen öğretmeniydi. 1958 yılında Türkiye’ye gelerek Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Makineleri Bölümüne girdi. 1962 yılında bu fakülteden Ziraat Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. Daha sonra Kerkük’e döndü ve 1962-64 yılları arasında Tarım Bakanlığı’na bağlı Zirai Donatım Müdürlüğü’nde çalıştı. 1964 yılında Türkiye’ye tekrar geldi ve 1966 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde Master’ını, 1969 yılında da aynı üniversitede doktorasını tamamladı. Daha sonra Irak’a döndü ve 1970 tarihinden itibaren Bağdat Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak göreve başladı. 1976 yılında Doçent oldu.

Türkiye’ye gelirken adı Necdet olan şehidimiz, Nejdet Sançar’ı Ankara’da görüp tanıyınca, ismini bu çok sevdiği büyüğümüzünkine benzetmesi saygısı icabı oldu ve bundan sonra hep Nejdet ismini kullandı. Necdet Koçak, milli dava uğruna daha ortaokul ve lise dönemlerinde çalıştı. Nitekim 1959 yıllında Kerkük Katliamı’nda şehit edilen Türkmen lideri Ata Hayrullah’ın gizli olarak kurduğu gençlik teşkilatında faaliyet gösterdi ve başkanlığını yaptı.

14 Temmuz 1958’de Irak’ta Krallık idaresinin Albay Abdülkerim Kasım tarafından devrilmesinde, 19 yaşındadır. Bundan sonraki gelişmeleri yakından gözlemleyecek ve engin milliyetçi ruhunda sentezleyecektir. İhtilalden 3 ay sonra 22 Ekim 1958’de Barzani (Molla Mustafa Barzani (1903-1979), şimdiki Mesut Barzani’nin babası) Kerkük’ten büyük nümayişlerle geçerek Süleymaniye’ye gider. Peşine taktığı yüzlerce komünist Kürt büyük azgınlıklar içinde, önlerine gelen Türklere hakaret ederler, hadise
çıkartırlar, “Kerkük’ü terk edin, Kerkük bizimdir” diye bağırırlar. Kürtlerin emellerini ve bugünkü noktaya nasıl gelindiğini 50 yıl önceden göremeyen devlete devlet denir mi? Ya da ne denir?

Mart 1959’da Türklere karşı bir sindirme hareketi başladı. Yılların Kürt-Arap çatışması unutuldu ve Türk’e karşı sindirme ve imha hareketi başlatıldı. Haziran ortasına kadar Türklere tam anlamıyla kan kusturuldu.

14 Temmuz 1959; Irak’taki ihtilalin seneyi devriyesidir. Şehir tam bir bayram havası içindedir. Fakat sadece Kürtler kamyonlara doldurulmuş, ellerinde sopalar, taşlar ve silahlarla şehri dolaşıp Türkleri tehdit ediyorlardı. İlk olarak bir Türk kahvesini basıp içeridekilere ateş ettiler. İlk şehit Kahveci Osman’dır. Hırslarını tatmin edemiyorlardı, şehidimizi bir arabanın arkasına bağlayıp caddelerde sürüklediler. Sokağa çıkma yasağı konuldu, ama Kürtler hariç. Sokakta yakalanan çoluk çocuk bütün Türkler barbarca öldürüldü, işkence edildi, direklere asıldı, açtıkları çukurlara diri diri gömüldü ve iki ayrı arabaya bağlayıp parçalandı. Başta Lider Binbaşı Ata Hayrullah olmak üzere 36 Türk şehit edildi. Maalesef Türkiye bütün bunları seyretti ve “Birkaç Yüz Türk için Irak’la dostluğumuzu bozamayız” diyen bakanları bünyesinde bulunduran Türk Hükümeti, cinayetler karşı suskun kaldı ve Kasım ihtilaline dostluk elini uzattı.

Genç Necdet, bütün bu soykırımları, cinayetleri, Türklere karşı oynanan kalleşçe oyunları birebir yaşadı. Bu olayları Türkiye’ye bütün detayıyla ilk defa getiren ve duyuran kişi oldu. Hazırlanan yeni anayasada, Irak’ın altıda bir nüfusunu teşkil eden Türkmenlerin yer almayışını hemen gördü. Bunun Orta Doğu petrol bölgesinde Türkiye’nin söz hakkını sıfıra indiren İngiliz taktiği olduğunu fark edecek ve olayların önünü ve arkasını çok iyi takip ederek, milletine karşı tertiplenen gizli planları sezecek ve şahadetine kadar sürecek 22 yıllık ömrünü bu gözlem ve sezgilerine göre programlayacaktır.

22 Mart 1979 tarihinde Türkiye hesabına casusluk yapmak ve Türkçülük suçu isnat edilerek tutuklandı. 10 ay gibi uzun bir süre nerede olduğu bile bilinmedi. Söylediklerine inanmadılar. Zincirlere vurdular. Vakit namazlarını kılmasına izin vermediler. Kurtarılması için Devrin Cumhurbaşkanına, Başbakanına, bakanlarına ulaşılmıştı. Temas edilen hariciyeciler, körkütük aptala yatıyorlardı. Sonuçta, bu dava adamı kurtarılamadı. Uzun süren mahkeme safahatı, Türkiye’yi idare edenler açısından bir hicap tablosudur, yüz karasıdır.

On ay sonra 16 Ocak 1980 tarihinde ilk ve son defa görüldüğünde, idam edileceğini bildiği halde her zamanki gibi vakur, dimdik ve asildi. Son anlarında kendisini yalnız bırakmayan gençlere söylediklerini özellikle yazmak istiyorum:

● Hiçbir şey değişmesin. Doğru olduğunu bildiğiniz yolda devam edin. Söyleyin arkadaşlara korkmasınlar.
● Ben kimsenin adını vermedim. Bu dava yerde kalmayacaktır.
● Ağaç budandıkça göverir.
● Ağacın özünde de kurt var. 27 gün önceki mahkemede beni ihbar edenlerin isimlerini verdiler. “Sen bu toplumun liderisin, bir isim listesi vereceğiz, bu listede tanıdıklarının karşısına işaret koyarsan kurtulursun, senin için pek çok devletin teşebbüsü var, görevine iade edip göz önünde bulundurmamızı istiyorlar, aksi halde idam edileceksin” dediler. “Ben listeyi görmek istemiyorum. Sizin iftira ettiğiniz gibi vatana ihanet etmedim. Bu vatana ihanet etmem, sadece Türküm ve Türklerin de öz memleketlerinde herkes gibi bütün haklarına sahip olmalarını istiyorum”.

16 Ocak 1980 sabah karşı saat 6.44’de Bağdat’ta Saddam rejimi tarafından idam edildi, şahadet şerbetini içerek şehitlere serdar oldu. Dava arkadaşları Abdullah Abdurrahman, Adil Şerif, Dr. Rıza Demirci ve Halit Akkoyunlu O’nu bu cennet yolculuğunda yalnız bırakmadılar. Cenaze, Irak gizli servisi nezaretinde, aileden birkaç kişinin iştirakiyle gizlice kaldırıldı. Türkiye’den bir partinin lideri, idamları müteakip Saddam Hüseyin tarafından özel surette Bağdat’a davet edildi. Devlet başkanlarına yakışır bir biçimde cömertçe ağırlandı. Bu zat Türkiye’ye döndüğünde, “Irak’ta Türklere baskı yapılmadığını, idam edilenlerin de, camilerde namaz kılan halkın yüzüne kezzap döken teröristler olduğunu” söylemek gaflet, dalalet ve hıyanetinde bulundu.

KENDİSİ GÜZEL, AHLAKI GÜZELDİ

Necdet Koçak kadar temiz, içi dışı bir, O’nun kadar yiğit, yakışıklı güzel Türk görmedim diyen pek çok dostumuz vardır. Necdet Koçak, temiz, düzgün fizikli, kırmızı yanaklı, güler yüzlü, güler gözlü, erkek güzeli yakışıklı, sempatik, cana yakın bir kişiliği ile hemen fark edilirdi. Her zaman itinalı ve temiz giyinir, güler yüzüne ince bıyıkları çok yakışırdı. O, az insanda rastlanabilecek gönül zenginliğine ve ruh güzelliğine sahipti. Gençlik yılları dâhil bütün ömrü boyunca, arkadaş ve akranlarından ahlaki anlamda en küçük bir zaafı görülmedi.

Konuşurken iç dünyasındaki güzelliklerin pırıltısı gözlerinde okunur, yüreğinin sıcaklığı ve aydınlığı bir tatlı tebessüm halinde yüzüne aksederdi. Rahmetliyi tanıyıp da sevmeyen bir insan yoktur. Ses tonu ve davranışları kararlı, insana huzur veren bakışları derin ve anlamlı idi.

Hasbiliği, fedakârlığı, cesareti, çalışkanlığı, yani bir insanı kâmil mertebelere ulaştırabilecek davranışların tamamını, Necdet Koçak’ın günlük yaşayışlarında mükemmel bir tablo halinde görmek mümkündü. Namaz vakitleri gelince, kibarca yanındakilerden izin ister namazlarını kılardı.

O, bir gün bile öfkeli görülmedi. Ağzından bir defa olsun kötü söz duyulmadı. Karşısındakine her zaman: “Bir insan ancak bu kadar halim selim, bu kadar ölçülü ve terbiyeli olur” dedirtirdi. Herkese sevgi ile yaklaşırdı. Sohbet etmediği, samimi davranmadığı kimse yoktu. Hayatta iken de, şehit edildikten sonra da, O’nun hakkında olumsuz tek kelime den olmamıştır.

Gösteriş bilmezdi. Yüzünden nur akardı. Saflığın, masumiyetin, iç ve dış temizliğinin, ihlasın adeta timsaliydi. O hiç nursuz görülmedi. Sevilecek insandı ve öyle oldu. Her kes sevdi O’nu. Sanki şehit olmadan şehitlik nurunu yüzünde taşıyordu.

TAM VE KAMİL BİR DAVA ADAMIYDI

Necdet Koçak ne istiyordu? O, Irak’ta Türklerin her türlü zulüm ve katliamdan kurtarılarak, yok olmadan insan gibi yaşamalarını istiyordu. Dillerini, kültürlerini, törelerini, milli kimliklerini, kaybetmemelerini, birliklerini korumalarını isterdi. Onun için yorgunluk, şahsi meşgale yahut mazeret söz konusu değildi. O’nun hayat felsefesi davasına hizmet esası üzerine kuruluydu. Haberli ya da habersiz günün her saatinde yanınızdakilerle birlikte kapısı çalınabilirdi. Gelenleri yüzünden hiç eksilmeyen aydınlık tebessümüyle karşılar, hiç üşenmeden yorulmadan Irak Türklerini, Kerkük’ü, üzerindeki baskıları, tehditleri, gelecek için düşündüklerini anlatırdı.

1960’ların başlarında, Türkiye dışında yaşayan Türklerin varlığından söz edenlere, “bilimsel gerçeğe” yani sosyalizme kafa tutmaya çalışan hayalperest Turancılar nazarıyla bakılırdı. O şartlarda Necdet Koçak bir kardelen gibi, kendi tarihine bigâne duyarsız sosyal muhitin karlı ve buzlu kış günleri kadar sert ve acımasız ortamında, ilkbaharı müjdeleyen bir sıcak nefes gibiydi.

Necdet Koçak, bütün bir ömrü cephedeymiş gibi yaşayan ve zoru başaran ender bir Türk Milliyetçisi idi. O’nda bir imparatorluk mirasçısı edası vardı. Kerkük’ün nerede olduğunu bilmeyenlere, Kerkük ve Kelkit’i birbirine karıştıranlara, yüzü al al yanarak açıklamalarda bulunmak, O’nun bitmez tükenmez gayretleri arasındaydı. O’nun sayesinde Kerkük Ankara’nın bir semti, Erzurum’un hemen ötesindeki Bayburt gibi yakın, sıcak bir mekân oldu. Türk dünyasına yakınlığımızı hissettik. Davasından hiç ama hiç sapma göstermedi.

Her sohbetinde karşısındakilere mutlaka bir şeyler öğretirdi. Kendi neslinin de, kendinden öncekilerin de fikir babasıydı. Tam anlamıyla aksakallısıydı. Irak’ta Türk varlığını dava haline getiren O’dur. Sanatın ve sporun bir milletin tanınmasındaki önemini çok iyi kavramış ve arkadaşlarını teşvik etmişti. Lozan’da Musul ve Kerkük’ün Irak hudutları içine bırakılması ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Irak Türkleri ile ilgilenmemesi O’nun ıstırabı idi. 1958 ihtilalinde, Bağdat Paktına dayanılarak Türkiye Irak’a müdahale edebilirdi. 1990 Körfez savaşında da, Müttefiklerimizin ısrarlarına rağmen Kerkük’ü içine alabilecek bir müdahale maalesef gerçekleşmedi. Nihayet 2003 Mart teskeresinin reddedilmesi, Kerkük Türküne ve Güneydeki problemin çözümüne tam bir ihanet olmuştur.

NECDET KOÇAK BİR LİDERDİ

O, bir liderde aranan bütün vasıfları benliğinde taşıyor ve çevresindeki gençleri bilinçlendiriyordu. Zamanla Irak’ta yaşayan bütün Türkmen aydınları Türk-İslam bilinciyle O’na bağlandılar, O’nu lider gördüler. Kendisinden yaşça büyük olanlar bile O’na ağabey diye hitap ederlerdi.

O çok büyük bir kabiliyetti. Gerçek bir liderin haiz olması gereken tüm yüksek meziyetleri kendinde toplayan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Yüreğinde kin ve nefrete yer yoktu. Son derece dürüst, mütevazı ve o nispette bilgili ve kültürlü idi. Kısa sürede milletin bir ümit ışığı ve sembolü haline gelmişti. O’nun beş projesi meşhurdur: Çiftlik, Hastane, Gazete, yayınevi ve Okul. Bağdat Üniversitesindeki çalışmalarından çok umutluydu. Türkiye’deki bilimsel çalışmaları beğenmez, bizleri tembellik ve öze inmemekle suçlardı. Birlikte projeler yapılmasından söz ederdi.

“Irak’a dönme, Saddam’ın ne yapacağı belli değil, sana zulmedilmesinden korkuyoruz” tarzındaki ikazlara, “Olur mu hiç! Irak’taki çocuklarımızı, kardeşlerimizi nasıl sahipsiz bırakabiliriz. Kerkük’ü ikinci bir Kıbrıs durumuna düşürmemeliyiz. Ben gitmek mecburiyetindeyim” diye cevap verirdi. “Allah’ın yarattığı her Türkmen bizim insanımızdır, onu kaybetmeye, ya da kazanmamaya tahammülümüz olmamalıdır” derdi. Yiğitler bir yola dönmemek üzere girerler. Bağdat’ta bir değil 1000 Saddam olsa Necdet Ağabey yine gidecekti. Ve gitti. Bıraktığı boşluğu dolduracak kimse bu kadar yıldır çıkmadı.

BİZ HALA ŞOKTAYIZ

Bu dava binlerce şehit verdi. Nelerimizi kaybetmedik? Kimlerin kaybına alışmadık ki? Ancak aradan 28 sene geçti ve hala hadiseye intibak edemeyişimiz gariptir. Sanırım O’nu kurtarmak için denediğimiz yollar az geldi. İdamdan kurtulabilir miydi? Kurtarılamadığı kesin, ama sanki O’nu zindandan kurtarmanın başka yollarını da denemeli idik. Bize bu yakışırdı mı diyoruz? Bu dünyada Nejdet Ağabeyi kurtaramayacaksak niye yaşıyoruz mu diyoruz? Kahroluyoruz. O’nun yolunda gidenler çıkacaksa, O’nun davası kucaklanacaksa, O’nun yeri doldurulacaksa belki ancak hüznümüz hafifler.

Allahın rahmeti üzerine olsun Ağabeyim. Seninle cennette buluşmak istiyoruz. Sen Allahın izniyle şefaat edici olacaksın. Bizleri de unutma diyoruz.

YANAR KERKÜK
MUM KİMİN YANAR KERKÜK
YAĞ YANDI FİTİL BİTTİ
AHRINDA SÖNDÜ KERKÜK

BU ALMA DÖRT OLAYDI
KANIMA DERT OLAYDI
BOYNUMU VURAN CELLÂT
KEŞKE BİR MERT OLAYDI.

Prof. Dr. Orhan ARSLAN