Dündar Taşer, Erol Güngör ve Ziya Nur Aksun, tefekkür dünyamızın bu üç güzide ismi, birbirlerini 1960’lı yılların ortalarında tanıdılar. Hem fikir ve düşünce yapılarının hem de mizaçlarının, iç dünyalarının şaşılacak derecede benzeştiğini fark ettiler. Kısa zamanda kaynaştılar, can dostu oldular. Ömürlerinin elverdiği birkaç yılı, vakitlerini birlikte paylaşmanın hazzını duyarak dolu dolu yaşadılar. Ömürleri elverseydi milletimiz bu üç değerli beynin hizmetlerinden kuşkusuz çok daha fazla yararlanacaktı. Ne yazık ki en verimli dönemlerinde aramızdan ayrıldılar. Fikir ve düşünce hayatımızın giderek sığlaştığı günümüz ortamında, arkalarında bıraktıkları büyük boşluğun anlamını her an yaşıyoruz.
Mükemmel bir bilim adamı olan ve bu niteliği dolayısıyla konuları objektif şekilde değerlendiren, olaylara soğukkanlı bakabilen Erol Güngör, gönül dostu Dündar Taşer’in ruh ve fikir dünyasını bir ressam becerisiyle şöyle anlatıyor: “….. Nasıl oluyor da bu adam dost-düşman, muhalif-muvafık herkesi ilahî kelam dinliyormuş gibi derunî teslimiyet halinde bırakıyor? İnsanlar onun yanında saf aynalar gibi her türlü kir ve pastan arınmış kalıyorlardı. Niçin ona hayran kalmayan bir kişi bile yoktu?”
Kalemini son derece müsamahasız kullanan, sert ve hatta acımasız üslûbuyla eleştiriler yapan Cemil Meriç, “Mağaradakiler” adlı kitabında Dündar Taşer hakkında şunu söylüyor: “Taşer, dizgin tanımayan bir tecessüs, cesur bir idrak ve büyük bir gönül; vicdanını kaybeden bir devrin vicdanı”.
Değerlendirmelerinde çok hasis davranan, kolay beğenmeyen Galip Ağabey, Taşer’in vefatı üzerine şöyle yazmıştı: “Büyük hedeflere yönelmenin seçkin kişiler elinde gerçekleşeceğini, yüce bir ülküye inananların birbirini sevmesi, sayması, küçüklerin büyükleri dinlemesi şartını hiç unutmamış, herkese öğretmeye çalışmıştır.”
Gaziantep’te soylu bir Türkmen ailesinden geliyordu. Millî ve vatanî duygulara doğuştan sahipti. Türkeş’in ifadesiyle O “bir Türkmen ağası” idi. Kendini idrak ettiği çağdan itibaren milletimizle ilgili rüyaları vardı. Askerliği bu nedenle seçmişti. 27 Mayıs müdahalesini takiben adı MBK üyesi olarak açıklanıncaya kadar, kimliğini, fikrî kişiliğini yakın çevresi ve ailesinin dışında bilip tanıyan yoktu. Hayatının sonuna kadar lider olarak tanıyıp sadakatle bağlı kaldığı Alpaslan Türkeş bile, kendi ifadesiyle 13 Kasım’a kadar onun milliyetçilik yönünü tam olarak bilmiyordu. Ancak Taşer’in müstesna vasıfları, ilkeli ve millî şuur sahibi seciyeli kişiliği, kültürel birikimi, tarih bilgisi kısa zamanda herkes tarafından fark edildi. Sürgüne gönderildiği 13 Kasım 1960’dan iki yıl sonra yurda döndüğü sıralarda Dündar Taşer’in nasıl bir cevher olduğu artık biliniyordu. 1965’den itibaren milliyetçi hareketin partileşerek Türk siyasetinin temel unsurlarından biri haline gelmesinde Dündar Taşer’in büyük rolü olmuştur.
Bu yıllar gerek ideolojik ve gerekse politik bakımdan son derece kritik bir süreçtir. Marksist, Maoist ve sol fikirler 1961 Anayasası ile sağlanan ortamdan yararlanarak sivil ve asker aydınlar arasında hızla yayılıyor, üniversite gençliği “Fareli Köyün Kavalcısı” misali, belirli yayınların ve yazarların etkisinden bazı merkezlerin belirlediği bir yöne doğru sürükleniyordu. Dündar Taşer bu gelişmelerin öncelikle bir zihniyet meselesi olduğunu, eğitim sistemimizin çok yanlış yapılandığını, dolayısıyla bu mekteplerin ürünü olan zamane aydınlarının esas sorunumuzu oluşturduğunu görüyordu. Millî mücadeleyi gerçekleştirip millî devleti kuranlar “silahsız, cephanesiz ve parasız idiler. Fakat mademki yaşıyorlardı o halde mesuliyetleri vardı; savaşmalıydılar ve savaştılar.”
Oysa kendi nesli onlara göre “reaksiyon nesli”dir; ruhunda fırtına esmez, kalbinin çarpıntısı değişmez, muhayyelesiz insanlardır. Bunlar Musa’nın Mısır’dan çıkartıp Kudüs’e sokmadığı bir nesildir. Bu neslin istisnaları “imalat hataları”dır. Ülkücü gençlik nesli kendi nesline reaksiyoner yani esasta aksiyonerdir. Çünkü “kendilerini cemiyetten sorumlu sayarlar”.
Türkiye’nin hızla derin bir kaosa sürüklendiği bu yıllarda Süleyman Demirel’in başında olduğu iktidar gelişmeleri takip edemiyor, doğru teşhis koyamıyordu. Öğrenci olayları hızla tırmanıp üniversiteler işgal edilirken Başbakan Demirel başka bir gezegende yaşıyormuşçasına “sokaklar yürümekle aşınmaz” diyerek dürbünün tersiyle bakmakta ısrar ediyordu. Bu sorumsuz tutuma karşı Dündar Taşer’in tespiti tarihe ışık tutacak derecede özlüdür: “Sokaklar aşınmadı, iktidar eridi, çünkü kulaklar doldu, beyinler yıkandı, ayaklar alıştı”.
Ziya Nur Aksun Dündar Taşer’i anlatırken onu “fena fi’d-devle ve millet” olarak nitelendiriyor. Yani devlet ve millet kavramlarında benliğini eritmiş, bunlardaki büyük ölçü ve sırlara ermiş bir adam.
Aslında bu anlamlı tespit fazla bir şey eklemeye gerek bırakmayacak derecede vecizdir. Taşer, Türk milletini tek tek ağaçlara bakar gibi değil, bir orman görünümüyle algılar ve aşk derecesinde muhabbet duyar. Derin tarihî bilgisine dayanarak milletimizin adil, müşfik ve yiğit olduğunu vurgular. Türk milleti Yahya Kemal’in ifadesiyle bir zamanlar gerçek olan “o fatihane rüyayı” yeniden yaşamalıdır. “Her halde tarih boyunca pek büyük hamleler yapan, çok yüksek bir idare kabiliyetine, pek ulvi bir adalete sahip, teşkilatlı ve velûd bir milletin miskin ve atıl oturması mümkün değildir. Ve yine herhalde kavim olarak tarihen söyleyecek sözümüz, yapacak işimiz vardır. Büyük düşünen, inanan, büyük heyecanlar duyan milletler büyük olabilirler.
Dündar Taşer, Türk tarihinin yükselme döneminin yeniden başladığını, saatin sarkacının artık yükselme istikametine dönmek zorunda olduğunu inanarak söylüyordu. “Toplum kendini zayıf, aciz, yoksul ve çaresiz hissetmekten kurtulup arkasında büyük bir mirasın varlığını hissederse, kendine güveni artar, geleceğe daha büyük ümit ve iddialarla yönelmeyi başarır.”
Türkiye’de Sovyet-Rus istila plânının “millî demokratik devrim” adıyla sahneye konulmaya çalışıldığı 1969’lı yılların sonunda, bu komploya teslim olmamakta kararlı gençler Ülkü Ocakları bünyesinde teşkilatlanmaya başladılar. Bu dönemde Dündar Taşer’in varlığı milletimiz adına büyük bir şanstı. O, büyük zorluklara ve çeşitli imkânsızlıklara göğüs gererek, solcuların giderek yoğunlaşan cana yönelik saldırılarına direnerek mücadele veren ülkücü gençleri yönlendiren isimdir. Onları kültürel faaliyetlere ve eğitime ağırlık vermeleri için teşvik etti; çoğu kere konuşmacı olarak bu çalışmalarda yer aldı. İyi yetişmiş, millî şuur sahibi aydınlara ihtiyacımızı anlatırken gençlere şöyle diyordu. “Sağlam kalan, ölçülerini kaybetmemiş olan halktır. Millî ölçülerini yitirmiş bulunan bizim aydın bunu anlamıyor. Halka karşı medeniyet havariliği yapıyor. Halkı anlayacak, onun şuur ölçülerine sahip aydın lazım. Yani aydın halkımızın okumuşu olmalı. Milliyetçilik millî kültürümüzü ve millet olma şuurunu koruma, yaşatma arzu ve iradesidir. Bütün problemlerimizi ve kurumlarımızı milletimizde yaşayan ölçülere yaslamak zorundayız.”
Can dostu Ziya Nur Aksun’un vefatından sonra bu değerli insanı birçok yönüyle anlatan, özellikle onu tanıyıp dinleme imkânı bulamayan milliyetçi gençlere tanıtan “Dündar Taşer’in büyük Türkiye’si” isimli eseri son derece yararlı bir hizmet olmuştur. Bu “can dostlar” şimdi ebedî hayatta buluşmuş olmalılar.
Dündar Taşer hiç beklenmedik bir zamanda, son derece anlamsız ve soru işaretleriyle dolu bir kaza sonucu Hakk’a yürüdü. Bütün dostlarını, sevenlerini derin acıya boğan bu elim kayıp için Ziya Nur şöyle der: “Milletimiz son asırda yetiştirebildiği en büyük fikir, hareket ve dava adamlarından birini, belki de en büyüğünü kaybetti… Tıpkı bir gökkuşağı gibi en sade ve açık millî renklerle harelenen bir bereketli ışık kütlesinin bu ani ölümü, gücümüzü, kuvvetimizi kesmiş, gönlümüzde takat bırakmamıştır.”
“İftirâkınla efendim bende takat kalmadı”
mısra-ı her halde buraya muvafık düşer. Fakat bu ayrılık baki ve fâni ayrımlar arasındaki fark kadar uzak veya yakın bir ayrılık…
Son söz: Dündar Taşer, ülkücü gençlerin her dönemde ve özellikle günümüzde dikkatle okuyup anlaması gereken abide bir şahsiyettir.