Anlaşılması güç meseleleri birkaç kalem darbesi ile izah edebildiği için “sır”adışı bir ilim adamıydı Güngör; “Mesele halkı kimin aldatacağı konusunda çekişmek değil, halkı kimsenin aldatamayacağı bir eğitim seviyesine çıkarmaktır. Dini bilen ne ona düşman olur, ne de ihanet eder.”, “Sosyal kıymetler arasında aşağıdan yukarıya doğru bir mertebe sırası vardır: En aşağıda iktisadî kıymet (ucuz-pahalı) , sonra ilmî kıymet (doğru-yanlış), sonra estetik kıymet (güzel) ve en yukarıda da ahlâkî kıymet bulunur. Bu sıralamaya göre her kıymet sahasında çalışan insanların yaptıkları işler, yukarıya doğru çıkıldıkça, öbürlerinin yaptıklarından daha kıymetli olur. İlim adamının çalışması iktisadî kıymet yaratan insanın çalışmasından daha yukarı seviyededir; dehanın yarattığı estetik kıymet ilmî hakikatten daha yüksektir; ahlâkî kıymet ise “iyi” ve “güzel”den de kıymetlidir. Fakat başka bir kıymet daha vardır ki, bütün manevî kıymetleri ihtiva ettiği gibi, ahlâk da onun içindedir, dolayısiyle en yüksek sosyal kıymet odur; mukaddes kelimesi ile ifade edilen dinî kıymet.”
Bir solukta geçti ömrü. Ne zaman göründü, ne zaman kayboldu? Semadaki yıldızla hasb-i hâl gibi… Tesirinden kurtulmak mümkün olmayan ve ne oldu ne bitti anlamadan, günün ilk ışıkları arza merhaba derken, elveda diyerek göçen bir yıldızla hasb-i hal gibi… Erken ölüm demek haddi aşmak olur. Tez geçen bir ömür oldu Güngör’ünki…
Ölümü bir de ilim adamının kaleminden dinlemek gerek, vefatından üç ay evvel, 1983 Ocak’ında vefat eden Prof. Dr. Harun Tolasa’nın cenaze merasiminde diyordu ki Güngör: “Biz ilim adamları, hakikatin araştırıcılarıyız: hakikata ulaşmak için uğraşırız. Fakat bizim ulaştığımız hakikatların çoğu, hadiselerin seyrine bağlı olduğu için sınırlı olup daima değişkendir. Hâlbuki değişkenlik, insanları ve ilim adamlarını tatmin etmez. Onun için hadiselerin gerisindeki ve varlıkların arkasındaki değişmez hakikata, ilahi hakikata ulaşmak biz insanların hedefidir. Bu gün burada ilahi bir hakikatin tecelli ettiği bir olayı, bir ölüm olayını yaşıyoruz. Biz de bu akıbete uğrayacağız. Çünkü ölümün yaşı, yeri ve saati yoktur. Mühim olan ona hazır olabilmektedir…”
Üç ay sonra da vefat ediyordu, Güngör. Hazır olmak gerektiğini ifade ediyordu. Peki, hazır mıydı Güngör? Kısacık ömrüne sığdırdığı koca dünya, vatan-millet uğruna, Allah yolunda, O’nun rızası için yapılan ameller değil miydi? “İlim istemek, her Müslüman’ın üzerine farzdır” buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in buyurduğu üzere ilmi istemiş, “Çin’de olsa gidip almış”tır. Kavuşmaya hazırdı Güngör; bu dünyada mesut olmak, öteki dünyada da mesut olmak müjdesi verilmişti: “Eğer bu dünyada mes’ud olmak istersen ilim öğren, eğer öteki dünyada mes’ud olmak istersen ilim öğren, eğer her iki dünyada da mes’ud olmak istersen yine ilim öğren. Evvela kendini bil, kendini bilen Allah’ı bilir.” (Hazret-i Ali)
“Sır”adışı bir akademisyen dedik lakin bir sırrı açık etmek lazım, Erol Güngör’ü anlatabilmek için. Bu sır ki, “aşikâr bir sır”: “Her şeyden önce adam olmak”… İşte budur Güngör’ü “öteki”lerden ayıran. “İlim adamı” olmaktan evvel “adam olmak” erdemine sahip oluşu. Kendi ifadesi ile de, “Bir tarafta insan tutum ve davranışlarının kaynağı olan cemiyet, bir tarafta bu kaynaktan beslenmekle beraber sosyal tesirleri kendi süzgecinden geçirerek ferdi şahsiyet sahibi olmak”… “Adam olmak”ın Güngör’ün kaleminden yansıması…
Çalışkandı, vatanını seviyordu. Harmanladığı bu vasıflar neticesinde de Türkiye’nin her meselesine vakıf olabilmeyi başarmıştı. “Elzem” olmadıkça konuşmaz, uzunca düşünmeden sorulara cevap vermezdi. Yanında çok konuşulma gafletinde bulunulduğunda: “Kalkınmakta olan bir ülkeyiz, her konuda azami iktisat. Ekonomik davranacaksın.” derdi. Anlıyorum sanıldığında müphemleşen üslubunun yanı sıra, Akif’in bir zaman ifade ettiği gibi: “Felatunca meseleleri babaannemizin lisanıyla” da anlatabilmeyi başarmıştı Güngör. Fakülte koridorlarında yürürken civardaki patlama üzerine, “Burada bir şeyler oluyor galiba” şeklindeki dalgınlık halinde verilen cevap kafasındaki ilim yükünden kaynaklanıyordu.
Hızlı yemek yiyen Güngör’e neden bu kadar hızlı yemek yediği sorulduğunda latife ile şu şekilde veczetmiştir durumu; “Yemek önemli değil, o sadece sigaraya altlık oluşturuyor.”
Mehmet Niyazi Özdemir, Dahiler ve Deliler adlı romanında “Marmaratör Güngör”ü şöyle anlatıyor, “…Her köşe başında rastlanan bir tip değildi; az konuşur, daha çok dinlerdi. Çokları onu Hindistan cevizine benzetirdi: dışı sert, içi özlü idi. Uzaktan bakan onu soğuk, biraz kendini beğenmiş zanneder; ama yakından tanıyan onun sıcak, samimi bir insan olduğunu hemen anlardı…”
Onu iyi tanımayanda, kolay kendini teslime etmeyen, ulaşılmaz intibaını uyandıran yapısı, yakınına girme şansı bulunabildiğinde tüm gerçekliğiyle anlaşılabiliyordu: zengin bir duygu dünyasına sahipti. Derviş tabiatlı, son derece mütevazı ve son derece zeki bir insandı. Çabuk kavrayan ve hızlı analiz yapabilen bir kabiliyetti. Doymak bilmez, hırslı bir bilgi arayıcısı idi…
İlköğretim ve lise tahsilini memleketi Kırşehir’de tamamlayan Güngör, daha sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş ancak Mümtaz Turhan’ın tavsiyesi üzerine buradan ayrılarak Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kayıt yaptırmıştır. Bilgiye olan açlığını dindirebilmek için lise yıllarından itibaren daha yoğun çalışmaya başlayan Güngör, okul çıkışı evine dönüp bir şeyler yedikten sonra kendisinden oldukça büyük olan Lütfü İkiz’in evine gider, eski Türkçe öğrenirdi. Evde yüksek sesle Baki’den, Fuzuli’den beyitler söylerdi. Arapça ve Farsça bilen Güngör, lisede Fransızca okumuş, İngilizceyi ise kendi çabaları ile öğrenmişti. Hocası Turhan, bilim adamı olabilmek için yabancı dilde özellikle İngilizcede yazılmış bilimsel kitapları okumalarını tavsiye etmişti. İngilizce bilmeyen Güngör bu tavsiyeyi emir telakki etmiş ve İngilizceyi öğrenmiştir. “İşte benim Erol’dan daha iyi olduğum alan” diye düşünen Doğan Cüceloğlu’nu dinlemek gerek, hocaları Turhan’ın bu tavsiyesinden sonra olanlar hakkında: “…Birkaç ay sonra Erol ’u İngilizce kitap okurken gördüm, daha doğrusu okumuyor İngilizceden Türkçeye çeviriyordu. Hayretle ne yaptığını sordum. Bir sosyal psikoloji kitabı bulduğunu ve onu Türkçeye çevirdiğini söyledi. “Ama sen İngilizce bilmiyorsun ki,” dedim… Hem İngilizce öğrendiğini hem de kitabı çevirdiğini söyledi. Hangi sözlüğü kullandığını sordum. Yine o sıcacık gülüşüyle ufacık bir sözlük çıkardı; sözlüğün yarısı Fransızcadan İngilizceye diğer yarısı da İngilizceden Fransızcaya idi.”
Kiminin 90 yıla yaymakla yapabileceğini 45 yıla sığdıran Güngör, 24 Nisan 1983’de geçirdiği kalp krizi sonucu ebedi hayata intikal etmişti. Ölümü milletimizin fikir ve ilim hayatında bir yarım kalmışlık doğurmuştur. Türkiye ve Dünyayı Türkçe okumayı başarabilen mütefekkirin ölümü, zahiri hayatının sonudur lakin mutlak bir son değildir söz konusu olan. Zira adın son zikrinde gerçekleşir ölüm ve Güngör, eserlerinin taşıdığı belli zamana ait olmama niteliği ile ebediliğe ermiştir.
“Sarımsağın faydalarından, soğanın zararlarından bahsetmekle fikir mücadelesi olmaz! Hele cihat hiç olmaz.” diyen Güngör, ilmi donanımın elzemliğini işaret ediyordu. Okuyucusuna, her bir paragrafında, kendi kafasıyla düşünen adam olmayı tavsiye ediyordu. “Gençler ideoloji yerine fikir sahibi olmalı” derken de okuyucusunu kendi kendisini ciddiye almaya davet ediyordu. Ülkücü genç “okumaya meraklı” idi ve “memleket hizmeti için kendini yetiştirmeye devam ediyor”du, Güngör’e göre. Ve aynı zamanda yenilenmek gerekiyordu. Durağanlıktan sıyrılmak lazımdı. Düşünen bir beynin, hisseden bir ruhun mevcut olduğu yerde “burası son nokta” demekle kendini tahribe başlardı insan. Canlılığını yitiren fikir ise gelecek nesillere sağlıklı aktarılamazdı. Dinamizmin gerekliliğini işaret ediyor ve diyordu ki: “Milliyetçilik, kendi içine kıvrılmış, kapalı bir sistem değildir. Kendini devamlı yenilemek zorundadır. Geçmişte kullanılan bir sanat formunun, büyük kıymet verilen bir fikir veya edebiyat eserinin, bir kıyafetin insanları her zaman ve mekânda aynı derecede tatmin etmesi beklenemez. Eskiye devamlı bir şeyler katarak onu her an yenilemediğimiz takdirde, tıpkı müzede yaşayan insanlara benzeriz. Müzeler güzeldir; ama hayatın dışında şeylerdir.”
Milliyetçi ilim adamı Güngör, Türklük gururunu İslam şuuru ile sentezlemiş ve medeniyet denildiğinde “ille de batı, ille de batı” şeklinde zırvalara başlayan fason aydınların aksine medeniliğin “Türk-İslam”da olduğunun defalarca üstünü çizmiştir. “20.yy.da Türk ve Müslüman kalmak şartı ile kültür ve töre bakımından çağın medeni icaplarına uymak mümkün müdür, nasıl?” sorusuna verdiği cevap ile medeniyeti batının bizden alıp, götürüp, kendi usullerince kendilerine adapte ettiklerinin unutturulmaya çalışıldığı bu dönemlerde, “kendine gel”, “kendini bil” çağrısı yapmaktadır: “Bu sual yanlış sorulmuştur. Esasen Türk ve Müslüman olmak medeni olmakla eş manadadır. Ancak, çağın medeni icaplarından ne anlaşıldığının açıkça belirtilmesi gerekir. İlericilerin bize medeniyet diye gösterdikleri şeylere uymak için Türklük ve Müslümanlıktan değil, alelade insanlıktan da çıkmak gerekir; ama insanlara daha çok huzur ve refah verecek bir yaşama seviyesine ulaşabilmek için Türk ve Müslüman oluşumuz en büyük avantajımızı teşkil ediyor.”
Aynı zamanda milletine olan inancı bütündü, daima umutluydu. Türkiye’nin istikbali hakkında iyimser ve kötümser olanların mevcudiyetinden bahsedilip fikri sorulduğunda bu umudu açık şekilde beyan etmiştir: “Türkiye hakkında kötümser olanlar çok defa kötümserliğin bütün şartlarını kendileri yarattıktan sonra çekilip “bu millet adam olmaz” demişlerdir. Ben onlar gibi düşünmek için bir sebep görmüyorum. Türk Milleti bundan daha ıstıraplı fetret devirleri geçirdiği halde daima silkinip çıkmayı bilmiştir.”
Okumak, düşünmek, yazmak… İlim adamının hayat silsilesine dâhil üçlü… Ancak Erol Güngör’ün hayatı, bu üçlüden mütevellid idi. İlim adamı olmasının gereği olarak objektiflikten ödün vermeden her meselede açılımda bulunan, kısır çekişmelere taraf olmayan, tavrını her daim ilimden yana koyan Güngör’e 1982 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü teklif edilmiş ve bu teklifi kendisi söyle değerlendirmiş ti: “Benim fikrimde bellidir, zikrimde. Bir müstear ismin arkasına saklanmadan, buna hiçbir zaman gerek duymadan siyasi, içtimai fikirlerimi açıkça yazdım. Sevdiğim ve sevmediğim bellidir. Hâl böyle iken, kabule şayan görülürse boynumuz kıldan incedir. Çünkü hizmettir ve biz, ondan kaçmaya, onu reddetmeye mezun değiliz. Vatanın ve milletin kurtuluşu, gerçekten “devlet-i ebed müddet”, ancak ve ancak, milliyetçilerin, her kademede, ama illa üst kademelerde vazife almasıyla mümkündür.” Rektörlüğü söz konusu olduğunda Prof. Dr. Sabri Özbaydar, Fakülte Kurulu’nda Erol Güngör için fikrini şu sözlerle açıklamıştır: “Acayip bir gençle karşı karşıya bulunuyoruz. Keşke on-on beş tane böyle acayibimiz bulunsa da, her fakülteye birer tane hediye etsek.” Doçent olan, profesör olan ve en nihayetinde bir ilim adamı olarak erişilebilecek en yüksek mevkilerden biri olarak rektör olan Güngör’ün mevkisi yükseldikçe tevazusu artıyor, fani dünya nimetleri onu değiştirmiyor, olduğundan başka yapmaya yetmiyordu.
Sekiz ay gibi kısa bir süre rektörlük yaptığı Konya’da oldukça sağlam bir kadro kurabilen, seminer programları hazırlayan ve tüm Konya halkına Üniversite’nin kapısını açan Güngör, şehirde canlanma meydana getirmiştir. Camide görülen ilk rektör olması hasebiyle halkın daha bir kendinden hissetmesini sağlamış ve “camideki rektör”ün vefatı, Konya ilindeki tüm otobüslerin cenazesi için tahsis edilmesine vesile olmuştur.
1977 yılı, bir oğlu olmuştu, adını, Mümtaz koymayı istemesine rağmen hocasına duyduğu saygının azameti sebebiyle, “olurda oğluma kızmak zorunda kalırım” diye düşünerek Turhan koymuştur. Hayatının dönüm noktasını teşkil eden, baba yakınlığı duyduğu Hocası’nın 1969 yılında vefat etmesi üzerine, ağlamayan ve kolay gülmeyen Güngör’ün haykırarak ağladığına şahit olunmuştur. Turhan’ın vefatından 14 yıl sonra kaleme alıyordu Güngör, hocası hakkındaki düşüncelerini. Kolay anlaşılabilir bir durum değildi vefatın ardından birkaç kelam etmemiş olması lakin şöyle izah ediyordu bu durumu: “Eğer Onu kaybettiğim zaman hakkında bir şeyler yazamaya kalksaydım, içimdeki ıstırabı dile getirmeye kalkacak ve böylece en azından onun hatırasına saygısızlık etmiş olacaktım. Ondan öğrenebildiğim ölçüde nefsime hâkim olmaya çalıştım, aramızdaki hissi yakınlığın düşüncemi bozmayacak kadar gerilerde kalacağı zamanı bekledim.”
Geniş bir Osmanlı kültürüne sahip idi Güngör. Hocası Mümtaz Turhan liseyi eski yazı günlerinde bitirmiş olmasına, kendisinden otuz yaş büyük olmasına rağmen üstelik Güngör doğmadan on yıl önce Latin harflerine geçilmiş olmasına rağmen, eski bir kelimenin kökünü veya tereddüt ettiği kelimenin eski yazıyla yazılışını ona sorduğu, onun hakemliğine bıraktığı olmuştur.
“İnsan bazen kendi özünü teşkil eden şeyden uzak, ona yabancı kalır ve bütün hayatı, sebebi anlaşılamayan bir sıla hasreti içinde geçer. Sanki ruh bedenden ayrılmıştır ve beden kaybettiği şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmeksizin çırpınır durur.”
Türk tefekkür hayatının bulabilmek için çırpındığı ruhudur Güngör. “Erol Güngör” olmak herkese bahşedilebilecek bir lütuf olamaz, hakikat bu… Lakin menzile varmak üzere yola çıkılmalıdır. Yol, Aşık Veysel’in dili ile “uzun ince” uzayıp gider. Yanından geçmekte olan bir karınca görürsün, ibret alınası karıncaya sual edersin, “Ulaşabilecek misin yolun sonuna?” karıncanın “Varamasam da bu yolda ölürüm” cevabı kendine getirir seni. Devam edersin yoluna. Zira ötesi tevekkül… Birer Erol Güngör olamasak da, O olmak yolunda ölmek olmalıdır gayemiz.
“Ölenlerle yaşayanlar arasındaki irtibat hiç kesilmez. Onlara karşı mesuliyetlerimiz hep devam eder; kötü bir hareket yaparsak ölülerimizin “kemikleri sızlar”, iyi bir hayat sürdürürsek onları “şad etmiş” oluruz. Yaşayanlar gibi onları da ziyaret etmek lazımdır, ancak bu ziyaretlere fatihadan başka hediye götürmek adet değildir.”
1-Ayhan Songar’ın Erol Güngör için söylediği söz