Abdulkadir İLGEN
Âkif merhum 23 Eylül 1326 (1910) tarihinde Srat-ı Müstakim’de yazdığı bir yazıda ilginç bir olay anlatır. “Yirmi sene kadar oluyor” diye başladığı hatırasını 1910’larda yazdığına göre o tarihlerde henüz 17-18 yaşlarında bir genç olmalı.
Mahallemize yeni bir adam geldi diyor. Kitaplarını tamam iki muhacir arabasının taşıdığı bu adam, mahalle halkı tarafından hırçınlık, kabalık ve titizliğin bir sembolü oluvermiştir. Fakat diyor Âkif, o sima, o pak, o münevver sima bütün iddiaları yalanlıyordu.
İşin tuhafı, adam bir de sarıklı. Malum o dönemde sarıklı fesli karşıtlığı had safhada. Âkif ve arkadaşları fesli ve mektepli. Bu da tipik medreseli. Hani şu Muallim Naci’nin mektep ve Medrese kitabı var ya, orada anlatılan türden bir karşıtlık.
Her neyse, Âkif ve arkadaşları daha fazla dayanamıyor ve bu efendiyi ziyarete gidiyorlar. Yeni kiracı, misafirleri sevimli bir yüzle karşılayıp eve buyur ettikten sonra kahve ikram edemeyeceğini söylüyor.
-Efendim refikam ihtiyar bir kadındır, iş göremez. Hizmetçimiz de yok. Ben sizi bırakıp gitsem buna da siz razı olmazsınız diyor.
Misafirler, “aman efendim, kahveyi her yerde içeriz, lakin efendimizin meclisini her yerde bulamayız” diye mukabele ediyorlar.
Hoş beşten sonra anlıyorlar ki mahallenin bu yeni sakini öyle olur olmaz biri değil, hakiki manada âlim ve fazıl biri. Derken efendiyi birkaç kez daha ziyaret ettikten sonra kendisinden ders almak üzere ayrı ayrı ricada bulunuyorlar.
Efendi,
-Pekâlâ, güzel de benden ders almak için belli sıkıntılara katlanmanız gerekir diyor. Evvela ders zamanlarını ben tayin edeceğim. Sonra herkes o gün tam zamanında derste hazır bulunacak. Sonra söyleyeceğim sözleri can kulağı ile dinleyeceksiniz. Anlamadığının bahisleri anlamamış gibi görünmeyeceksiniz vs.vs.
-Aman efendim ne demek, siz ders verme lütfunu gösterdikten sonra…
Derken dersler başlıyor. O ilk gün herkes hazır ve nazırdır. Hoca o gün “çocuklar, anlaşılıyor ki siz bir şeyler okumuşsunuz, lakin pekiyi görülüyor ki bir şeyler anlamamışsınız. Şimdi, bütün bildiklerinizi unutarak beni dinleyeceksiniz” diyor.
Âkif diyor ki, ikinci ders günü olan Cuma günü derse beş dakika geç gitmiştik. Çünkü arkadaşlarımızın ikisi zamanında gelememişti. Bunun üzerine hoca,
-Anlaşıldı çocuklar! Siz dersten ziyade nasihat almaya muhtaç imişsiniz. Hani o sözleriniz nerede kaldı?
Hoca bunları söyleyip nasihat ederken, içlerinden biri bu kadarcık bir gecikme için bu kadar ikaza gerek olmadığını söylemez mi?
Bu, hocanın sabrını büsbütün altüst etmiş ve hoca, “Ne demek! Dünyada daha neye kızılır? Ben sizin için vakit ayırdım, düzenimi bozdum, size vakit ayırdım ve siz buna uymadınız. Hem de ders vermeyi ben istemedim ki, yalvar yakar siz istediniz” deyip, “Çıkın evimden” diye bunları kovar.
Hocanın evinden süklüm büklüm çıktık diyor Âkif merhum. Sonraki günler ders saatinde evi birkaç defa yokladımsa da kapıyı açan olmadı.
“Bakıyorum, ayrı ayrı pekiyi adamlarız. Bizi medeniyette dünyalar kadar geride bırakan milletlerin efradında (bireylerinde) bizdeki büyüklükler yok. Sonra bakıyorum bir yere gelince bir heyet-i içtimâiye (topluma) teşkil edemiyoruz, çünkü o terbiyeden mahrumuz. İşte bizim muhtaç olduğumuz terbiye asıl bu ikinci terbiye olacak.”[1]
Hikâye bu. Evet, dışarıdan bakınca hepimiz tek tek iyi insanlarız. Fakat bu iyiler her nedense ortak bir gaye için bir araya gelip iyi işler yapamıyor. Herkes sızlanıyor, herkes şikâyetçi, fakat her nedense bu herkes bir araya gelip ortak bir amaç için bir araya gelip de büyük işlere teşebbüs edemiyorlar.
Bu da bir sosyal gelişmişlik meselesi. Âkif merhumun bu yazıyı yazdığı dönemin üzerinden tam tamına 103 yıl 8 ay geçmiş. Dile kolay 100 yıl. Fakat buna rağmen, arkadan gelen bizler de aynı şeyden mustarip, aynı şeyden şikâyetçiyiz.
Hamaset yerine biraz da bunları düşünsek diyorum.
[1] Abdülkerim Abdülkadiroğlu, (1987), Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 88.