“Acı poyraz gibi deli esmedim
Kaderime küstüm sana küsmedim”
Abdulkadir İLGEN
Bugün eski bir dostla görüştüm. Aslen Sivaslı, gönül ehli, halden anlar bir âdem kişi. Dostluğumuz çok eski ama aramıza mesafeler girdiği için öyle çok sık görüşebildiğim biri de değil. Değil ama onun beni olmasa bile benim onu daha çok tanıdığımı hissettiğim biri. Ama bundan bile o kadar emin değilim.
Ömrünü ilim erbabı, okuryazar her türden kişinin tam merkezinde, İstanbul’da geçiren bu dost, leb demeden leblebiyi anlar âdemler cinsindendir. O yüzden muhatabını o tartamayacak da ben mi tartacağım diye düşünürüm.
Bu tip kişiler nadirattandır. Çok sık görülmez, çok sık ortaya çıkmazlar. Aslında tabiatları doğa ve etnografyaya daha yatkındır. Ne ki kader onları kalabalıkla yoğurmuş, oraya katmıştır. Fakat öyle bile olsa orada bile genel jargona teslim olmaz ve tek başlarına kendi varlıklarını neyse oldukları gibi sürdürmeye çalışırlar.
Hem zamane içre hem de zamanenin dışında yaşamak gibi müşkül bir yoldur girdikleri yol. Ne demişti Büyük Yunus “Bu yol uzundur/Geçidi yoktur/Menzili çoktur/Derin sular var”. Yol uzundu.
O “uzun yola hüküm giymişti”. Kendini hemen ifşa etmeyen bu adam da ne yapalım “bilen bilir bizi bilmeyenlere selam olsun deyip kimseye temenna çekmedi.
Halinden ömrün yazını da güzünü de gördüğü rahatlıkla anlaşılıyor. Dostu da görmüş acı günde düşmanı da. Lakin içini kolay kolay açtığı söylenemez. Aslında çok da ketum değil, açıktır. Söyleyeceğini söyler. Hem de kitabın ortasından söyler.
Söylediğine belki de bazen kendisi de üzülür, üzülür ama öz söylemeyi borç bilir böyleleri. Söz de davranış da kendisi içindir. Kendi şahsiyeti ve benliği için. Ondan milim sapsa örselendiğini hisseder. Sanki ana kıtadan bir toprak kaybetmiş gibi olur.
Bu durumda kaybolan benliği, kendisidir de ondan vazgeçmez doğru bildiğinden. Aslında hepimiz için öyle değil midir bu? Her söz ve davranışımız neyse o olduğumuzun bir belgesi değil midir? Öyledir amma çok az kişi bu irfana erer.
Her neyse, böyle enteresan bir adamdır kendisi. Aslında daha uzun yazarım yazmasına da gücenir.
Bugün seni camekânda görmüşler
Bugün kendisini aradım, şuradan buradan konuştuk, halleştik. Söz nihayet bir yere geldi. Daha doğrusu nedenini benim de bilmediğim öylesine bir soru, mevzuyu başka yerlere çekti ve konu açıldıkça açıldı. Ne denir, dertli olan ya suskun ya konuşkan olurmuş. O hesap, bu dostumuz da dokununca istemsiz olarak döküldü.
Konuşma, orası burası derken öyle bir yere geldi ki, söz tükendi, iş gelip bir yere dayandı. Şöyle dedi bu koca yürekli adam. “Ay gülüm, gülüm” dedi bir iç çekerek, “Ben sana küsmedim kaderime küstüm”.
Sonra türkünün sözlerini söylemeye devam etti. Dedi ki, “Seni camekânda görmüşler, ay gülüm/Saçını da siyahınan örmüşler ”! Ve dedi ki “camekânı bilir misin”? Bildiğimi sanarak bir iki kelam etsem de “Hayır” dedi, “Camekân o dediğin değildir. Camekân eskiden kerhanelerde kadınların sergilendiği yermiş, öyle söylerler”.
Hikâye buymuş. Türkü de buna yakılmış. O bana demek ister gibi oldu ki, “Ne diyem, ben kimseye dargın değilim, kaderime küstüm”. Dönüp kendisine,
-Öyle mi dedim.
-Yok dedi, değmez.
Bu ikinci nükte daha da inceydi. Camekândakine türkü yakılır, ağıt yakılır amma bunlar ona, o tür adamlara değmez demek istiyordu. Sitem ettikleri içindi bu söylediği. Anladım tabi, kırgındı. Doğruluk ekmeğim olsun diyenlerdendi ve ikircikli hareketler onu yormuştu. O yüzden, insanları olduğu gibi kabul etse bile içinde bir yerlerin kırıldığını hissettim. Şehrinin içindeki lambaları kırmışlar, onu incitmişlerdi.
O, bu hitapla gönlünde biriktirdiğine dönüyor ve yalnızlığını kendine refik tutuyordu.
Bir anda gözlerimin önünde bir dünya açıldı. Perde aralandı ve orada bütün bir Anadolu irfanını gördüm. Şu kirlenmiş dünyamızdan sıyrılarak kanatlandığımı hissettim. Şu anda da kim bilir nerelerde kimler, hangi bilinmedik yerlerde ne yürek yangınları soğutuyor derdini kimlerden saklıyordur diye düşündüm. Şu pis, şu murdar siyaset ve çıkar ilişkilerinin tam ortasında içimi arındıran bu ses, bu toprakların yaşanmışlığına olan saygımı bir kez daha artırdı.
Şu his, şu drama ve ona yakılan türkünün bizi götürdüğü tadı nerede bulabiliriz.
Duygulandım. Döndüm dedim ki kendisine,
-“Yahu sen”, dedim “ahlakın taştan katığı olduğu geçimi zor bir adamsın. Eyvallahsız, minnetsiz, kendine özgü bir adam”. Hayattan muhacir bir münzevi!
Sahiden de öyleydi. Kimseye minnet etmedi. Sözün arkasında bir şey saklamadı. Fazla sözü israf saydı ve kendini Türkülere verdi. Ben pek türkü söyleyemediğim gibi türkü sözü de bilmem fazla.
-Keşke dedim, benim de bu türkülerden biraz nasibim olsaydı.
Sonra görüşmeyi hitama erdirip ayrıldık.
O türkü şu:
“Ay gül seni camekânda görmüşler
Ağ gülüm, gülüm
Siyah saçın sırmayınan örmüşler
Yar eğlen, eğlen gül eğlen, eğlen
Gece rüyamda seni bana vermişler
Ay gülüm, gülüm
Beni böyle yakar, kor gider misin
Evvel sevip, sonra terk eder misin
Gül eğlen, eğlen yar eğlen, eğlen
Acı poyraz gibi deli esmedim
Ay gülüm, gülüm
Kaderime küstüm, sana küsmedim
Yar eğlen, eğlen gül eğlen, eğlen
Ben o yardan umudumu kesmedim
Ay gülüm, gülüm
Beni böyle yakar, kor gider misin
Evvel sevip, sonra terk eder misin
Gül eğlen, eğlen yar eğlen, eğlen”
Bu yazı ömrünü kitaplar arasında tüketmiş bir kitap ve türkü kurduna ithaf edilmiştir.