Nuri GÜRGÜR
PKK’lı teröristlerin 22 ve 23 Aralık akşam karanlığında iki geçici üs bölgemize yaptığı saldırıda 24 saatte 12 Mehmetçik şehit oldu, biri ağır 12 yaralımız var. Saldırının yapıldığı ve sınırımıza 30 km uzaklıktaki 740 ve 753 rakımlı tepelerin bir yanında İran diğer yanında Kandil bulunuyor. Sınırımızdan uzak yerlerde bu tarz üsler kurulmasının stratejik amacı PKK’lıların bölgeye geçişlerini engelleyecek güvenli bir sınır hattı oluşturmaktır. Çünkü yüz yıl önce İngilizler, dönemin şartlarından yararlanarak ordumuzu 1924 Nasturi, 1925 Şeyh Said ayaklanmalarıyla uğraşmaya mecbur kılarak sınır hattının 1918 yılında fiilen belirledikleri şekilde dağların tepesinden, kayalıklardan geçecek tarzda olmasını sağladılar. Bu durumun çok geçmeden ciddi güvenlik sorunları doğuracağını görsek de engelleyemedik. Nitekim ne kadar aleyhimizde olduğunu kırk yıldır görüyoruz. Sınır 20-30 km öteden geçirilebilseydi PKK bu derece sorun kesinlikle olamazdı. 90’lı yıllardan beri yapılan sınır ötesi harekatlarla bu yanlışı düzeltmeye çalışıyoruz. Dün İngilizler bu dönemde de Amerikalılar ve diğer küresel güçler ellerindeki PKK kartını kaybetmemek için bunu başarmamızı istemiyorlar.
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz bir gazeteciyle mülakatında konuya ilişkin çok önemli noktalara değindi: “ …oldukça sert arazi yapısı iklim koşuluyla birlikte zorluk birkaç kat artırıyor. Bu mücadelenin doğasında şehit vermek de var. Biz şehit vermemeyi tercih etseydik bu bölgede var olamazdık; her şeyin bir bedeli var ve ödenir, ödenmezse vatan olmaz. Ama bu böyledir diye zayiat vermeyi yüceltemeyiz. Şehitlik bizim toplumumuz için mukaddes bir kavramdır. Şehitleri yüceltmek için elimizden geleni yapalım; fakat bunu yaparken şehitlik söylemini kendi hatamızın örtüsü haline getirmeyelim. Mesele zayiat verilen bir olayın önünde, esnasında ve sonrasında gerekenlerin yapılıp yapılmadığıdır. Her olay için söyleyemeyiz ama hata olmadan zayiat olmaz.” dedikten sonra bir başka önemli sorunu daha işaret ediyor: “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle beraber TBMM egemenliğin mutlak merkezi olmaktan çıktı. Ülkenin hiçbir meselesi o tarihi ve yüce Meclis’in çatısı altında tartışılmıyor, Meclis işlevsizleştirildi.”
Ahmet Paşa ikazlarında haklıdır. Siyasetçiler şehitlerimizin toprağa verilmelerini bile beklemeden kavgaya başladılar. Olayın bütün yönleriyle araştırılması, “hata olmadan zayiat olmaz” kuralının üzerinde durulması, karakolların personellerinden gelecek raporların incelenmesi sadece Genelkurmay’ın ve askerlerin görevi midir? TBMM sadece cumhurbaşkanlığında düzenlenip gönderilen yeni bütçe üzerinde konuşulduğu, iktidar cenahından gelen yasa tasarılarını onaylandığı, siyasi parti sözcülerinin birbirlerine sürekli hakaret yağdırdıkları kısır bir tartışma alanı mıdır? Üstelik milletimizin yüreği bu acılarla kavrulurken, Gazi Meclisimizin varisi durumundaki çatının altından “yeşil Kürdistan” peşindeki HÜDA PAR’ın Genel Başkanının hezeyanları duyuldu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasal esaslarını, üniter yapısını değiştirmeye yönelik konuşma yaptı: “…eyalet sistemi, özerklik, federasyon gibi yönetim modelleri üzerinde serbestçe tartışılabilmelidir” dedi.
Aslında kurnazlık yaparak, Meclis’te tepki almamak için partilerinin “temel hedefler yasası” demek olan programındaki ifadelere değinmedi. Oysa HÜDA PAR partisinin programında bu konuda şu ifadeler yazılı: “Mevcut merkezi ve yerel devlet organizasyon yapısının ıslahı ile beraber mevcut yapının tabu olarak kabulünden vazgeçilerek olumlu ve olumsuz tüm yönleriyle eyalet sistemi oluşturabilmelidir. Toplumun huzur, refah ve güveni için gerekli olduğunun toplumun çoğunluğu tarafından kabulü halinde bu modeller uygulanabilmelidir.”
Parti programının “Yerinden Yönetim ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” bölümünde şöyle deniyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana tek tipçi zihniyetin dayatmasıyla ülke için bir gerginlik olan çok dilli ve çok kültürlü yapı etnik ve kültürel çatışmanın gerekçesine dönüşmüştür. Bu anlayışın bir ürünü olarak çıkan katı merkeziyetçi yönetim anlayışında ısrarlı olunması çok ciddi problemlere yol açmıştır .”
Bu yapının zihniyeti, amacı, bölgede yayılma ve örgütlenme çabalarının hedefinin ne olduğu bilinmiyor muydu? İki binli yılların başındaki domuz bağı yöntemiyle dehşet saçanlar, emniyet güçleriyle çatışmaya girenler kimlerdi, nereye kayboldular? Parti sözcülerinin “gelmiş geçmiş tüm milletvekilleri”ni aşağılayan, Şeyh Said’i evliya mertebesinde yüce, mazlum devlet mağduru bir kişi ilan eden açıklaması neden duymazlıktan gelindi? Yedi ay önceki seçimlere gidilirken bu gruptan dört kişinin aday yapılıp milletvekili yapılması çok mu gerekiyordu? Kısaca önce “Devlet kurumları istiyor diye PKK’yı ve Hizbullahı terör örgütü ilan edemeyiz” diyen kimdi?
Mehmetçik 1700 metrelik dağların başında, eksi otuz derece soğukta, bir metre kara gömülü çadırın altında aç ve yorgun halde “vatan sana canım feda” diyerek eli tetikte nöbet tutarken, bu hezeyanların Meclis kürsüsünden söylenebilmesi vicdanları sızlatmıyorsa, normal karşılanıp susuluyorsa, bu gürûhun bu çatı altında ne işi var diye sorgulanmıyorsa pes doğrusu! Birkaç yıl önceki seçim arifesinde “tek vatan, tek millet, tek devlet, tek millet” diyerek halkı coşturan lider kimdi? Maksat rakip partinin çiçeğini parçalayarak, on altı milyon vatandaşın oyunu aldığı umursanmadan liderlerine en ağır hakaretlerle yüklenerek, hainliğini kesin bir dille ilan ederek toplumu kutuplaştırmak, siyasi kazanım sağlamaksa sorunlarımızı konuşup sakince tartışmanın yararı kalmıyor.