Nuri GÜRGÜR
Adnan İslamoğlu daha önceki “Kuyu” romanında ülkücü gençlerin 12 Eylül müdahalesi öncesindeki dramını, yuvarlandıkları karanlık kuyunun derinliklerinde su yılanlarından kurtulma çabalarını anlatıyordu; romanın başkahramanı Yusuf, bir yandan devlet adına kendisinden istenen hizmetleri canı pahasına yerine getirmek için uğraşıyor, diğer yandan kuyudan çıkabilmek için incecik bir “defne dalı”na tutunuyordu. Kuyu’nun devamı olan “Külhan” da ise zor da olsa kuyudan çıkabilen, çoğu gençliklerinin baharını yaşayan ülkücülerin darbecilere karşı Mamak zindanlarındaki direnişleri, siyasetin labirentlerinde çıkış yolu bulma çabaları yer alıyor. Onlar 12 Eylül darbesi arifesindeki dönemde “limanda ateş denizine açılmak İçin bekleyen mumdan gemiye binmek ve yanmak için koşuyorlardı”. Önlerine çıkan duvarı karanlıkta “zafer takı” sanarak tırmanmaya kalktılar; “ateşin yaydığı ışığı da yollarını aydınlatacak şehrayin sanıyorlardı”.
Yönetime el koyan güç tarafından İzmir’de aranmakta olan Yusuf zor da olsa Ankara’ya gelir, kendi durumundaki ülkücü arkadaşlarıyla birlikte yıllarca sürecek çileli “kaçak” dönemini yaşamaya başlar. Yüzlerce arkadaşı tutuklanıp cezaevine tıkılan dışarıdaki ülkücüler, bir yandan yakalanmamaya diğer yandan içeridekilere yardım sağlamaya çalışırlar çünkü Mamak’tan alınan haberler tek kelimeyle “korkunçtur”. Burası tutukluların yargılanmak üzere konuldukları normal bir cezaevi değildir. Türk Milliyetçiliğinden hem fikir hem de hareket olarak nefret eden radikal solcu Başsavcı Soyer ile aynı düşünceleri taşıyanlardan oluşturduğu yardımcıları ve Pol-Der’li polis ekibi C-5 adı verilen özel karakolu işkence mekânı olarak kullanıyorlar, diledikleri ifadeleri alabilmek için ülkücü gençlere günlerce çok ağır işkenceler yapıyorlardı. Diğer yandan Konsey’in talimatlarına uyan psikopat bir komutanın ve emrindeki asker giysili sadist grubun her türlü hukuki, insani, ahlaki kriterleri yok sayarak cezaevinde uyguladıkları insanlık dışı baskı, şiddet ve işkencelerle Mamak Ortaçağın Engizisyon mahkemelerine dönüştürülmüştü.
Roman Yusuf’un üzerinden kurgulanan olayların akışının dışına çıkarak bazen ülkücü hareketin o yıllardaki seyrine, milliyetçilik fikrinin ülke siyasetindeki yerinin, etkilerinin, bu fikir çerçevesinde yaşanan gelişmelerin tahliline yöneliyor; böylelikle 12 Eylül’den 2009’a kadar uzanan dokümanter bir görünüm kazanıyor. Açılan davanın niteliği çok yalın birkaç cümleyle belirtiliyor: “Türk hukuk tarihine bir utanç dönemi olarak geçecek olan bu yargılamalar ve önceden hazırlanmış mahkûmiyet şablonları o askerî savcıların ahlakı, karakteri ve sütleri kadar bozuktu, hukuk dışıydı.” Bizzat savcının hazırladığı mahkûmiyet şablonu iddianamedeki tarihe şu ifadelerle geçiyordu: “Türkiye’de anayasal düzeni yıkıp yerine faşist bir düzen getirmek üzere bir çete var. Bu çeteyi Türkeş yönetiyor. Bu çete eğitimciler ve gençlik liderlerinden mahallelerdeki gençlere kadar iniyor Dolaysıyla işlenen bütün suçlardan bu çetenin mensupları ve Türkeş sorumludur.”
Duruşmalar ilerledikçe Soyer her yolu denemesine rağmen mahkemeye iddialarını hukuken geçerli kılacak deliler sunamaz ve art arda tahliyeler başlar; Türkeş 1985’te Muhsin Yazıcıoğlu 1987’de tahliye edilirler. Yusuf bu gelişmelerin yakın tanığıdır hatta çoğunun bizzat içeresindedir. Romanda cezaevindeki yiğitçe tavırları ve arkadaşlarını sahiplenmesiyle ülkücülerin sembolü haline gelen Muhsin Yazıcıoğlu’nun siyasete girişi ve ardından yaşadıkları ayrıntılı şekilde yer alıyor. Siyasete girmeleri konusunu danışmak maksadıyla arkadaşlarıyla birlikte, yanına gittikleri camianın bilge ismi “Ağabey” bunu erken bulur; aceleci olmamalarını, önce okuyup kendilerini yetiştirmelerini tavsiye etse de uymazlar. Kısa süre sonra karşılaştıkları tavırlar “Ağabey”i haklı çıkarır. O, parti kurmalarına da karşıdır ama buna da uymazlar. Yusuf bütün bu olanlardan sonra Ankara’da kalmayı artık gereksiz bularak baba ocağına döner. Annesinin yanında ve evlenip kurduğu yuvasında mutludur. Fakat o da herkes gibi kendi planladığını değil kaderinde yazılanı yaşayacaktır.
Adnan İslamoğlu yakın tarihimize ışık tutan bu iki romanıyla epeydir suskun kalan romancılığımızı soluklandırmış oluyor. Bu romanlarını devamının Yusuf’un çocukları üzerinden sunulması, hem edebiyatımız hem de Yusuf üzerinden çizdiği ülkücü portrenin, ahlaki karakterin, idealizmin tükenmeyeceğini, yeni nesillerde de var olacağını, kökleri üzerinden yeşereceğini anlatması açısından gereklidir. Belki de bu defa okuyucusunu, hafızasında ve hayallerinde bütün canlılığıyla yaşadığı ecdat hatırası diyarlarla, buraları vatanlaştıran insanların yaşatılan acılarla buluşturur.
Geçen ay yayımlanan değerli yazarımız Oğuz Çetinoğlu’nun hazırladığı, ağabeyi Hulusi Çetinoğlu’nun anlatıldığı biyografik eseri ilgiyle okudum. Hulusi Çetinoğlu çok partili döneme geçilirken Teknik Üniversitede okuyan milli şuur sahibi nitelikli gençlerden biriydi. Mehmet Turgut ve İdris Yamantürk gibi aynı fikir ve hassasiyetlere sahip arkadaşlarıyla başlayan dostluğu, ilişkisi ömürleri boyunca devam etti. Ben kendisini değerli dostum Oğuz Çetinoğlu’nun ağabeyi olarak gıyaben tanımıştım. Mehmet Turgut’un bakanlığı döneminden başlayarak sonraki yıllarda da en önemli iktisadi kuruluşlarda görev yaptı ve çok başarılı oldu. Ayrı kentlerde yaşadığımızdan görüşemedik fakat yaptıklarını yakından izledim. Bizim camiada herkesin hürmet ettiği “ağabey” olarak andığı örnek bir insandı. Milli Gençlik Vakfı, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı gibi kuruluşlarda ve birçok mesleki kuruluşlarda yönetici sıfatıyla görev yaptı. “Seçkinlerden Bir Seçkin- Hulusi Çetinoğlu” isimli kitapta onu yakından tanıyan ve birlikte çalıştığı sayıda münevverimizin onunla ilgili hatıraları yer alıyor. Kitabı hazırlayan Oğuz Çetinoğlu’nun giriş yazısında Hulusi Ağabey bütün yönleriyle çok mükemmel anlatılıyor. Akıl Fikir Yayınevi’nin çıkardığı bu kitap herkesin yararlanarak okuyacağı biyografik bir eserdir.
Bu yazıyı yazarken açıklanan şehit haberleriyle yüreğim bir kere daha kavruldu; şehitlerimizin acı dolu evlerini, ana babalarını, eşlerini, yetim kalan yavrularını düşündükçe dünyam kararıyor. Vatan uğruna canlarını veren aziz şühedamızı rahmetle, hürmet ve muhabbetle anıyorum. Ruhları şad olsun. El Fatiha.