Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının, üniter ve milli bir devlet olduğunun uluslararası alanda hukuken tanınması anlamını taşıyan Lozan Antlaşması milletimiz açısından tarihi bir dönüm noktasıdır. Geleneksel Haçlı zihniyetini taşıyan emperyalist güçler, Türklerin varlığını Rumeli’den sonra Anadolu’dan tasfiye etmekte kararlıydılar; topraklarımızı Rumlar ve Ermeniler arasında paylaştırmak maksadıyla Sevr projesini hazırlamış, bunu uygulatmak maksadıyla taşeronları Yunanistan’ı üzerimize saldırtmışlardı. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde yürütülen Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanması karşısında geri adım atmaya mecbur kaldılar. Mudanya Mütarekesi’nin ardından taraflar Lozan’da barış konferansının toplanmasını kararlaştırdılar.
Kazandığımız zafer sadece Atina’da değil Londra’da da siyasal deprem etkisi yapmıştı. Başbakan Lloyd George ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon hastalık derecesinde Türklere husumet besleyen Gladston’un sadece siyasi halefi değil, fikir, görüş ve zihniyet bakımlarından da temsilcisiydiler. Lloyd George Türklerin büyük zaferini içine sindiremiyordu. Önce savaşmak için aceleyle girişimler yaptı; fakat başvurduğu müstemlekelerinden ret cevapları alınca istifa etmek, politikayı bırakmak zorunda kaldı. Fakat İngiltere’nin en deneyimli ve usta politikacısı kabul edilen Curzon görevinde kaldı.
Lozan Konferansı 20 Kasım 1922’de toplandı. Türkiye tek başınaydı; karşımızda başta dönemin en etkili emperyalist gücü İngiltere olmak üzere Cihan Savaşı’nın galibi olmanın gururu ve özgüvenine sahip İtilaf devletleri vardı. Hangi ülkelerin çağrılacağına da onlar karar vermişlerdi. Lord Curzon “siz bizi değil Yunan ordusunu yendiniz” diyordu. Almanya, Avusturya ve Padişah Vahdeddin’e yaptıkları gibi bize de dilediklerini kabul ettireceklerini sanıyorlardı.
Heyetimizin başında Mudanya’da olduğu gibi İsmet Paşa bulunuyordu. Ankara ile Lozan’daki heyetimiz arasında iki telgraf hattı üzerinden görüşülebiliyordu. Biri Bükreş diğeri Malta üzerinden geçen hatların ikisi de İngilizlerin kontrolündeydi. Dolayısıyla Curzon İsmet Paşa’nın tavrının ne olacağını, ne diyeceğini oturum daha başlamadan öğrenebiliyordu. Buna önlem almanın imkânı da bulunamıyordu.
Konferansta tansiyon devamlı zirvedeydi. Her oturumda sert tartışmalar yaşanıyordu. Lord Curzon her vesileyle isteklerinin kabul edilmemesi durumunda toplantıyı terk edeceği şantajı yaparak heyetimizi baskı altında tutmak istiyordu. 30 Ocak’ta Sevr’in hükümlerinde biraz değişiklik yaparak hazırladıkları metni mutlaka kabul etmemizi istediler; ret cevabı verilince Lord Curzon Lozan’dan ayrıldı. Heyetimiz de 4 Şubat’ta Ankara’ya döndü. Konu Meclis’te etraflı şekildi görüşüldü. Vekiller özellikle Türkiye’nin güvenliği açısından büyük önem taşıyan Musul meselesinde direnilmeyip gündemden çıkarılmasına çok tepkiliydiler.
Diplomatik temaslar sonucunda Konferans 23 Nisan’da tekrar toplandı. İngiliz heyetinin başında İstanbul’da Yüksek Komiser unvanı taşıyan Rumbold vardı. Lord Curzon bu defa gelmemişti. Çünkü ülkesi açısından birinci derecede önemli iki konuda istediklerini almıştı. Musul meselesinde sonuç alınamayınca İsmet Paşa’ya “Görüşmelerde çözüm sağlanamıyor, bu yüzden konferans akamete uğramasın. Konuyu gündemden çıkaralım, iki ülke olarak aramızda görüşüp çözüm bulalım” teklifini yaptı. İsmet Paşa teklifi kabul edince konu gündemden çıkarıldı. Curzon sonucun ne olacağını biliyordu ve yanılmadı. Aslında İsmet Paşa teklifi kabul etmeseydi bölgede bazı yerleri Türkiye’ye bırakarak anlaşma yapmayı düşünüyordu. Hatta bu maksatla müsteşarını iki defa İsmet Paşa’ya göndererek nabzını yoklamıştı. Oysa bu konu konferansta tartışılsaydı Türkiye’nin petrol gelirini İngiltere’ye bırakacak kadar özverili olduğu, Curzon’un anlaşmaktan kaçındığını herkes görebilecekti; dolayısıyla savaş yorgunu ve askeri harcamalara karşı olan İngiliz halkının hükümete uzlaşma baskısı yapmasına zemin oluşabilirdi.
Musul’un çözümsüz kalmasını Türkiye’de kimse içine sindirememişti. Fakat önce Nasturi ardından Şeyh Sait ayaklanmalarıyla içeride meşgul edildik; dolayısıyla düşünülse bile bir girişim yapılamadı. Milletler Cemiyeti İngilizlerin güdümündeydi, plebisit isteğimiz kabul görmedi. 1926 Ankara Antlaşmasıyla Musul’u ve Kerkük’ü bıraktık, yüzbinlerce Türkmen’i kaderlerine terk ettik.
Curzon Boğazların bizim hâkimiyetimizde olmasını kesinlikle istemiyordu. Askerden arındırılarak yönetimlerinin uluslararası bir komisyona bırakılması hususunda uzlaşıldı. Mustafa Kemal uluslararası ortamdan da yararlanarak her iki konuda başarılı adımlar attı. Montrö Antlaşmasıyla Boğazlar üzerindeki hâkimiyetimiz resmen onaylandı. “Hatay benim meselem” diyerek konuyu sahiplenen Atatürk’ün girişimleriyle burasının Anavatan’a katılmasının kapıları açıldı; vefatından kısa sonra dilediği sonuca ulaşıldı.
Aradan yüzyıl geçtikten sonra Lozan Antlaşması‘nın değerlendirilmesini yaparken şunları görüyoruz; Birçok konuda haksızlığa uğradık; İngiltere ile bir nevi soğuk savaş yaptık. Askerlerini denize dökerek ağır bir yenilgiye uğrattığımız Yunanistan’a savaşı kaybetmiş taraf olarak değil, İtilaf Devletleri’nin bir parçası muamelesi yaptılar. Savaş tazminatı almamız hukuken hakkımız olduğu halde engel oldular. Ege adalarının tamamına yakınını, kıyımıza 3 mil uzaklıktaki Meis dahil bir ödül gibi Yunanistan’a bıraktılar. Musul her bakımdan acı bir kayıptır. Irak sınırımızın dağların üzerinden geçecek şekilde aleyhimize bir hat olmasının ne kadar sakıncalı olduğunu PKK terörüyle karşılaşınca anlayabildik.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Lozan, Türkiye’nin bağımsızlığının, milli ve üniter devlet oluşunun uluslararası hukuki statüsünü sağlaması açısından kesinlikle tarihi bir başarıdır. Kapitülasyonların kaldırılması, Türk mahkemelerinin yargılama yetkisinin kabullenilmesi, mali bağımsızlığımızın temini bu anlaşmayla sağlandı. Türkiye Karlofça’dan sonra asırlardır bu tarz uluslararası toplantılarda sürekli “kaybeden” konumundaydı; “makus talihimizi” Lozan’da yenerek varlığımızı herkese kabul ettirdik. Bunun evvela askeri bir zaferle, ardından diplomatik kanaldan sağlanması bütün “mazlum milletler” için çok değerli bir örnektir. Lozan’a dönemin reel şartlarını, on yıl kesintisiz süren savaşlardan her bakımdan yorgun ve yıpranmış olarak çıkan, nüfusunun büyük bölümü salgın hastalıklarla boğuşan, ekonomisi can çekişen, yoksullaşan Türk halkının durumunu hesaba katmadan Lozan’a hezimet demek tek kelimeyle küstahlıktır, hezeyandır.
Çok zor şartlar altında Milli Mücadele’yi, Büyük Zafer’i kazanan, bu başarıyı Lozan’da taçlandıran Mustafa Kemal’i, asker ve sivil silah arkadaşlarını, Gazi Meclis’imizi ve bütün şehitlerimizi ve gazilerimizi bir kere daha rahmetle ve hürmetle, muhabbetle selamlıyorum, Ruhları şad olsun.